
Kapıkulu ocaklarına, özellikle yeniçeri ocağına asker yetiştirmek için kuruldu. İlk olarak Murâd-ı Hüdâvendigâr zamanında Çandarlı Kara Halîl ile Karamanlı Molla Rüstem’in çalışmaları sonunda Gelibolu’da vücûda getirildi. Daha önceleri Rumeli fâtihi Süleymân Paşa, bizzat kendi esir ettiği hıristiyan çocuklarını kısa bir eğitimden sonra iki akçe yevmiye ile yeniçeri olarak savaşa göndermişti. Fakat onun vefâtından sonra bu usûl, savaş esirlerinin önce Lapseki, Çardak ve Gelibolu arasında hizmet veren at gemilerinde birer akçe yevmiye ile beş on yıl çalıştıktan sonra yeniçeri olmaları şekline dönüşmüştü.
Donanma hizmetinde kullanılan bu esirlerden başka, bir kısmı da Anadolu’da Türk çiftçilerinin yanına verilip, Türkleştirilerek yeniçeri yapıldı. Böylece Gelibolu’da kurulan bu ilk acemi ocağı genişletildi. Bu ocağın en büyük subayı, Gelibolu Ağası olarak adlandırılırdı.
Acemi oğlanı iki şekilde alınırdı: Birincisi, harpte askerler tarafından esir edilen her beş erkekten biri (pençik), diğeri de Osmanlı hududları dahilindeki hıristiyan tebeanın çocuklarından bir tanesi idi.
Pençik Oğlanı; İslâm hukukunda harbte elde edilen esir ve ganimetlerin beşte birinin beytülmâle âid olması hükmüne dayanılarak, pençik yâni beşte bir kânunu çıkarıldı. Bu kânunla savaşlarda elde edilen her beş esirden biri devlet hesabına ve asker ihtiyâcına göre esir sahiplerinden alındı. Bu kânuna dayanılarak alınan esir oğlanlara da pençik oğlanı denildi. Bunlar Gelibolu’daki acemi ocağında geri hizmetinde kullanıldılar. Asker ihtiyâcı olmadığı zaman her esir oğlana değer biçilen yüz yirmi beş akçenin beşte biri olan yirmi beş akçe, esir sahibinden alınırken; bâzan da, askere ihtiyâç fazla olduğundan, değeri ödenmek şartıyla esirlerin beşte birinden fazlası alındı.
Pençik oğlanlarının mühim bir kısmı, akıncıların düşman memleketlerine yaptıkları akınlardan elde edilmekteydi. On beşinci asır sonlarında akıncı beyi, toyca (yüksek rütbeli akıncı subayı) ve akıncıların elde ettikleri esirler, pençikçi denilen ve akıncılarla beraber olan bir me’mur tarafından tesbit edilirdi. Akıncı beyinin bizzat elde ettiği oğlanlardan yirmisi, pençikçinin elde ettiği oğlanların beşi kendilerine bırakılır; toycaların yüksek rütbelilerine birer ve küçük rütbelilerine ise her ikisine birer esir verilirdi. Arta kalan erkek esirlerin on ile on yedi yaş arasında bulunan, kusursuz ve sağlam olanlarının her biri üç yüzer akçeyle devletçe satın alınırdı. Satın alınan bu esirler, ad ve eşkâlleri tesbit edilip bir deftere kaydedildikten sonra, kafile hâlinde Gelibolu’ya gönderilirdi.
Pençik kânunu sonradan daha teferruatlı hâle getirilip, esaslı surette tesbit edildi. Acemiliğe alınmayanlardan; üç yaşına kadar olan çocuklara şirha (meme emen), üç yaşından sekiz yaşına kadar olanlara beççe (yavru), sekizden on iki yaşına kadar olanlara gulâmçe (küçük çocuk) ve bulûğa erenlere gulâm, traşı gelmiş olanlara sakallı ve yaşlılara da pîr (ihtiyar) denildi. Bunlardan yaşlarına ve sağlık durumlarına göre vergi alındı.
Acemi ocağına alınacakların yaşları, on ile yirmi arasında sınırlandırılırdı. Fütûhatın genişlemesi sebebiyle elde edilen pençik oğlanlarının Gelibolu acemi ocağında hep geri hizmetinde bulunmaları, yapılan tecrübelere binâen mahzurlu görülüp, birer akçe yevmiye ile acemi ocağında hep geri hizmetinde bulunmaları, yapılan tecrübelere binâen mahzurlu görülüp, birer akçe yevmiye ile acemi olmaları usûlü kaldırıldı. Anadolu’ya gönderilerek, az bir bedel karşılığında Osmanlı hududları dahilindeki çiftçilerin hizmetlerine verilmesi karâra bağlandı. Bu suretle Anadolu’da İslâm ve Türk terbiyesi görüp Türkçe’yi öğrenerek yetişecek pençik oğlanlarının, ileride orduda daha emniyetli şekilde hizmet edecekleri düşünülmüştü. Bunların Anadolu’ya gönderilmeleri; henüz Rumeli’ye iyice yerleşilmediğinden, aradaki deniz sebebiyle Avrupa’ya kaçamamaları içindi.
Bu esirlerin Anadolu’daki çift-çubuk sahiplerine ufak bir bedel mukabilinde verilmesi de kânun îcâbıydı. Sonraları Rumeli’deki fetihlerin büyümesi ve bölgenin Türkleşmesi sebebiyle, Rumeli’deki Türklerin yanlarına verilmeleri de kabul edildi. Esirlerin bir bedel mukabilinde verilmelerine sebep; ben hünkâr kuluyum diye serkeşlik etmemesi ve verilen vazîfeyi görmesini te’min içindi.
Anadolu’daki çiftçilerin yanında üç-beş yıl hizmet edip yetişen pençik oğlanlarının bir kısmı bahrî hizmetlerde kullanılmak üzere Gelibolu’daki donanma hizmetine; diğer bir kısmı da acemi ocağına verildiler.
Devşirme: Yıldırım Bâyezîd Han’la, Tîmûr Han arasında vuku bulan Ankara meydan muhârebesinden sonra Osmanlı fütûhatı geçici olarak durmuş ve bâzı yerler Bizans İmparatorluğu ile Sırplara terkedilmişti. Gerek Çelebi Mehmed Han ve gerekse oğlu İkinci Murâd Han’ın ilk devirlerinde Rumeli’de fütûhat yapılamadığı için, esirlerden istifâde edilememiş, yeterli mikdârda pençik oğlanı bulunamamıştı. Bunun üzerine yeni bir usûl ile hıristiyan tebeanın birden fazla çocuklarından yalnız bir tanesinin Osmanlı ordusuna alınması karar altına alındı. Devşirme kânunu çıkarıldı. Bu yeni kânunla baştan başa gayr-i müslim olan Rumeli halkı tedricen İslâmlaştırılacak ve aynı suretle müslüman olan bu askerlerle Türk ordusu kuvvetlenecekti.
Bu kânun gereği lüzum ve ihtiyâca göre hıristiyan tebeanın sekiz ile yirmi yaşları arasındaki çocuklarının sıhhatli ve kuvvetlilerinden acemi oğlanı alınmaya başlandı. Önceleri Rumeli’de tatbik edilen bu kânunla; Arnavutluk, Yunanistan, Adalar ve Bulgaristan’dan ve daha sonra da Sırbistan, Bosna-Hersek ve Macaristan’daki Osmanlı arazisinden de devşirmeler yapıldı. On beşinci yüzyıl sonları veya on altıncı yüzyıl başlarından itibaren Anadolu’daki hıristiyan tebeaya teşmil edilen bu kânun on yedinci yüzyılda umûmî bir şekil aldı.
Devşirme işinde birinci derecede mes’ûl olan yeniçeri ağası, devşirilecek çocuk mikdârını tesbit ettikten sonra, îtimâd ettiği kimselerden devşirmeye gidecek devşirme ağalarını (me’murlarını) seçip gönderirdi.
Devşirme emrini aldıktan sonra ilgili bölgelere giden bu me’mûrlar, bölge kâdılarına haber verirler, durum ahâliye îlân edilerek hıristiyan ahâlinin bütün çocuklarıyla beraber belli yerlerde toplanması te’min edilirdi. İki veya daha fazla erkek çocuğu olan ailelerin sekiz ile on sekiz yaşları arasında bulunan çocuklarından en sıhhatli ve gürbüz olan bir tanesi seçilirdi. Her bölgede kırk aileden bir oğlan seçmek kânun îcâbıydı. Ayrıca seçim yapılırken bilhassa asil aile çocuklarının alınmasına dikkat edilirdi. Annesi ve babası ölmüş çocuklar genelde iyi terbiye görememiş; asîl olmayan fakat makam sahibi kişilerin çocukları da şımarık olacağından devşirilmezlerdi.
Devşirilen çocukların köy, kaza, sancak, ana-baba isimleri, doğum ve eşkâlleri deftere kaydedilirdi. İki nüsha hâlinde düzenlenen defterin biri bu çocukları İstanbul’a götürecek sürü başında, diğeri de devşirme işini yapan me’mûrda kalırdı.
Devşirilen çocuklar, sürü adı verilen, iki yüz veya daha fazla kişilik kafileler hâlinde yola çıkarılır; İstanbul’un fethinden önce Gelibolu’daki acemi ocaklarına; sonra ise İstanbul’a götürülürdü. İstanbul’a getirilen bu çocuklar, yeniçeri ağası tarafından eşkâl defterlerine göre tek tek kontrol edilir, dışardan bir kişinin katıldığı tesbit edilirse ilgili sürüden hiç kimse acemi ocağına alınmaz, topçu veya cebeci ocağına gönderilirdi. Eğer karışma olmazsa defter yine yeniçeri ağası tarafından mühürlenir ve saklanırdı. Sürü ise acemi ocağı kışlalarına yerleştirilir, bir kaç gün istirahat etmeleri te’min edilirdi.
Daha sonra acemi ocağına gelen kapıağası, bu çocukların vücut yapıları en mükemmel ve zekî olanlarını saray mektepleri için ayırır; gürbüz olanlarını ise, bostancı ocaklarına gönderirdi.
Devşirmelerin kalan kısmı Anadolu ve Rumeli’deki müslüman-Türk çiftçilerin yanına verilirdi. Bu muamele ile bunların müslüman-Türk örf ve âdetlerine göre yetişmeleri te’min edilir, bulundukları yerlerde görevli me’murlar tarafından sık sık kontrol edilerek, sistemde bir aksama olmamasına îtinâ gösterilirdi.
Bu şekilde en az üç, en fazla sekiz yıl terbiye edilen devşirmeler, yeniçeri ağasının arzı ve dîvân-ı hümâyûnun onayı ile İstanbul’a getirilirlerdi. Burada eşkâlleri tekrar kontrol edildikten sonra, acemi ocağına kaydedilerek acemi oğlanı adını alırlardı.
Acemiler, acemi ocağı ağası kontrolü ve sorumluluğu altında; saray, câmi, çeşme, köprü, medrese, hastahâne gibi te’sislerin inşâatında çalıştırılabilirlerdi. Acemilerin bir kısmı sekbanlar fırınında çalıştırılır, bâzıları da gemilerin kalafat işlerinde kullanılırdı. Yeniçeri ağasının odun gemilerinde de acemi oğlanları hizmet görürlerdi. Acemilerden ağa kapısında bulunanlar nalbantlık, berberlik, saraçlık gibi san’atları öğrenir, bâzıları da yeniçeri ağası kol gezerken onun hizmetinde çalışırdı. Bâzıları matbah-ı âmireye (saray mutfağına) âid koyunları bekler veya birer akçe ulufe ile kasap çırağı olurlardı.
Acemi oğlanlarının oda tâbir edilen kışlaları, İstanbul’da Şehzâdebaşı ile Vezneciler arasında olup, bu kışlanın başında acemi ocağı ağası bulunurdu. Doğrudan doğruya yeniçeri ağasına bağlı olan acemi ocağı ağası, acemilerin vazifelerini belirler ve tezkerelerini kaleme alırdı. Ordu sefere gittiği zaman, İstanbul’un güvenliğini sağlamak bu ocağın görevi idi.
Acemi oğlanları suç işleyince, meydan kethüdası veya meydanbaşı denilen zabit tarafından cezalandırılırdı. Acemi oğlanlarını devamlı kontrol altında bulunduran yayabaşıların da bunlar üzerinde geniş yetkileri vardı. Acemi oğlanları İstanbul dışında iken yeniçeri serdârına bağlı olurlardı.
Acemi oğlanları geçimlerini yevmiyeleriyle te’min eder, yemeklerini odalarında kendileri pişirirlerdi. Bunların ulufe denilen ve her üç ayda bir verilen maaşları acemi ocağı meydanında dağıtılırdı. Yevmiyeleri, ocağın ilk kuruluş yıllarında bir akçe iken, on sekizinci yüzyılın ilk yarısında yedi buçuk akçeyi bulmuştu. İlk zamanlar yılık iki kat elbise verilirken, sonraları elbise yerine de para verildi.
Acemi oğlanları dolama denilen bir cübbe giyerlerdi. Bellerinde çizgili kumaştan bir kuşak ile küçük bir hançer bulunur, başlarında ise, koni şeklinde sarı bir serpuş, etrafında krepten ince sarık olurdu. Papuçları bağsız ve arkasızdı.
Acemi oğlanlarının, acemilik sürelerini tamamladıktan sonra, yeniçeri ocağına kabul edilip kaydedilmelerine; kapuya çıkma veya bedergâh denirdi. Umumiyetle yedi veya sekiz yılda bir kapuya çıkarlardı. Savaş yıllarında, yeniçeri ocağının ihtiyâcına göre bu süre biraz daha kısaltılabilirdi. Acemi ocağından çıkabilmek için yeniçeri ağası dîvâna arzda bulunur, istek kabul edilirse sırası gelen acemilerin listesi, çorbacılar tarafından yeniçeri ağasına verilirdi. Ağa, mühürleyip tasdik ettiği listeyi sadrâzamın tasvibine arzeder, daha sonra liste ocak kâtibine gönderilirdi. Acemi ocağından ekseri yeniçeri ocağına olmakla beraber, diğer kapıkulu ve bostancı ocaklarına da çıkmalar yapılırdı.
On yedinci yüzyılın ortalarından îtibâren Türklerden acemi alınmaya başlandı. Acemi ocaklarındaki oğlanların sayısı yeniçeri ocağına bağlı olarak devamlı değişiklik gösterdi. İlk devirlerde ocağın mevcudu bin kişi civarında iken, bu sayı Kânunî devrinde dört bin, birinci Ahmed Han devrinde ise dokuz bin dört yüzü buldu. 1622 târihinde bostancılarla beraber dokuz bin iki yüz iken, bir yıl sonra on bir bin civarına ulaştı. 1679’da ocak mevcudu iki bin yedi yüz kırklara kadar indirildi. 1826 yılında yeniçeri ocağının ortadan kaldırılmasıyla da acemi oğlanları ocağı târihe karıştı.