
Sûfî ve tasavvuf kelimelerinin henüz yaygın biçimde kullanılmadığı tasavvuf müessesesinin kuruluş aşamasını oluşturan III. (IX.) yüzyılda dini daha derin ve içten bir şekilde yaşama arzusunda olan zâhidlerin Bağdat, Şam, Mısır ve Nîşâbur’da odaklaştıkları, dinî hayata dair iç yaşantılarını, kendilerine has düşüncelerini yine kendilerine has terimlerle ifade etmeye başladıkları görülmektedir. Bağdat merkez olmak üzere Irak’ta, İran’ın Horasan bölgesinde ve bu bölgenin merkezi Nîşâbur’da gelişen iki zühd akımı dikkati çeker. Irak bölgesinde gelişen akıma Sûfiyye, Horasanlı zâhidlerin takip ettikleri yola ve akıma ise Melâmetiyye (Melâmîlik, Melâmetîlik) adı verilmiştir.
Sözlükte “kınamak, kötülemek, ayıplamak” gibi anlamlara gelen melâmet anlayışını benimseyenlerin temel ilkesinin gösteriş, kendini beğenme ve şöhret düşkünlüğü gibi nefsin arzularına karşı nefsi kınama (levm) yöntemiyle mücadele etme ve ihlâsı gerçekleştirme olduğu söylenebilir. Sûfîlerin, daha sonraki dönemlerde tarikatlar şeklinde örgütlenip kendilerine özgü yaşam tarzı ve kıyafetlerle halktan ayrılmalarına karşılık melâmet ehli bunlara gerek duymamış ve kendilerine toplum içinde ayrı bir zümre görünümü vermeyi uygun bulmamıştır. Onların düsturu, Allah yolunda “kınayanın kınamasından korkmamak” (el-Mâide 5/54) olduğu için halkın beğenisini kazanmak adına dış görünüşlerini süslemeye, toplum arasında ayırt edilmelerini sağlayan bir görünüşe sahip olmaya önem vermedikleri, gönül dünyalarını ve sırlarını bezemek amacıyla Allah’a yöneldikleri, hayrı gizleme ve şerri açığa vurmanın temel özelliklerinden olduğu, bâtınlarında iddia, zâhirlerinde riya bulunmadığı belirtilmektedir.
Melâmet anlayışına sahip olanların başlıca özellikleri şunlardır: Bâtınlarındaki “nefsin kendisine ait olmayan bir şeyi kendine izâfe etmesi” anlamına gelen her türlü iddiayı terkedip yalnızca gönüllerini terakki ettirmeye çalışırlar. Başkalarının kusurlarıyla ilgilenmeyi bırakarak kendi kusurlarıyla meşgul olurlar. Onların halleri Allah ile kendi aralarında sımsıkı sakladıkları sırlardır; bunları başkalarından gizleme konusunda çok titiz davranırlar. Çarşıda, pazarda, sokakta halk ile iç içe yaşar, ancak gönüllerindeki manevî halleri onlardan saklamaya özen gösterirler. Manevî eğitim metotları “halk ile tahalluk, Hak ile seyr”, yani halk içinde onlardan biriymiş gibi hareket etmek, fakat Hak’tan bir an bile gafil olmamaktır. İbadet ve tâatleri ifa ettikten sonra hemen unuturlar, çünkü onları unutmamak onlara değer vermek anlamına gelir; bu da kibir, ucb ve riyaya sebep olur.
Muhammed b. Hüseyin es-Sülemî ilim ve hal sahiplerini dinî hükümlerin zâhirleriyle meşgul olan şeriat ulemâsı; Allah’a yönelen, dünyevî şeylere karşı zühdü seçen, mârifetullah tâlibi sûfîler ve Allah’ın vuslat ve kurbiyetiyle bâtınlarını süslediği Melâmîler (Melâmetîler) olarak üç gruba ayırmış, Allah’ın bu mazhariyetine ulaşan Melâmetîler’in artık O’ndan ayrılmasının mümkün olmadığını söylemiştir. Allah’ın onların manevî hallerini insanların bilmesini istemediğini, bu sebeple kendisiyle onlar arasındaki halin selâmette olması için onları zâhirî özellikleriyle insanlara gösterdiğini, zâhirleri bâtınlarına yansıdığında insanların fitneye düşmemesi için Cenâb-ı Hakk’ın onlara böyle davrandığını belirtir. Ona göre Melâmet anlayışına sahip kimse hiçbir iddia sahibi değildir. Çünkü iddia cahillik ve münasebetsizlikten ibarettir ve eksiklikten kurtulamamış olmanın delilidir.
Sülemî’nin Tabakatü’s-sûfiyye’sinde (s. 123) Hamdûn el-Kassâr için kullandığı, “Melâmet ondan yayıldı” ifadesi sonraki dönemlerde onun Melâmîliğin kurucusu olduğu görüşünün yaygınlık kazanmasına sebep olmuş ve adı giderek Melâmîlik ile özdeşleşmiştir. Bununla birlikte ondan önce de Horasan ve Nîşâbur’da Ahmed b. Hadraveyh (ö. 240 / 854), Ebû Türâb en-Nahşebî (ö. 245 / 859), Yahyâ b. Muâz (ö. 258 / 872) ve özellikle Bâyezid-i Bistâmî (ö. 234 / 848) gibi Melâmet anlayışını tercih eden zâhidlerin yetiştiği bilinmektedir.
Melâmîliğin Bağdat sûfîliğinin de benimsediği yiğitlik, başkalarını kendine tercih etme, fedakârlık anlamındaki ahlâk ilkesi fütüvvet kavramıyla, Horasan’ın dinî ve içtimaî hayatının bir parçası olan meslekî-sûfî fütüvvet geleneğiyle ilişkisi Melâmîlik hakkında çalışan Richard Hartmann, Taeschner, Afîfî, Trimingham, Nasrullah Pürcevâdî gibi modern araştırmacıların üzerinde önemle durdukları bir konu olmuştur.
Ebû Hafs el-Haddâd, Şah Şücâ-ı Kirmânî ve Hamdûn el-Kassâr’ın yanı sıra Muhammed b. Ömer el-Verrâk, Ebû Ali Cürcânî, İbrâhim b. Yûsuf ez-Züccâcî, Ebû Hamza el-Horasânî, Ebû Abdullah es-Siczî, Ebû Bekir Muhammed b. Hâmid et-Tirmizî ve Ebû Osman el-Hîrî gibi III. (IX.) yüzyılda yaşayan ilk Melâmî neslinden sonra IV. (X.) yüzyılda çoğunluğunu Hamdûn elKassâr ve Ebû Osman el-Hîrî’nin talebeleriyle onların yetiştirdiklerinin oluşturduğu Mahfûz b. Mahmûd, Yûsuf b. Hüseyin er-Râzî, Ebü’l-Hasan el-Kânnâd, Ebû Ca‘fer Ahmed b. Hamdân elHîrî, Muhammed b. Fazl el-Belhî, Ebü’l-Hüseyin el-Verrâk, Ebû Bekir el-Vâsıtî, Muhammed b. Abdülvehhâb es-Sekafî, Abdullah b. Muhammed b. Münâzil, Mürtaiş, Ebü’l-Hasan el-Bûşencî, Ebû Abdullah et-Turûgbezî, Abdullah b. Muhammed er-Râzî, İbn Nüceyd gibi ikinci ve üçüncü nesil Melâmîler’i yetişmiş, bu yüzyılda Melâmîlik Mâverâünnehir, Mekke, Bağdat gibi çeşitli bölgelere gidip oralara yerleşen bazı Melâmîler vasıtasıyla Horasan sınırlarının dışına taşarak bütün İslâm dünyasında yaygın hale gelmiştir.
Öte yandan Melâmîlik, Horasan bölgesinde doğup gelişmekle birlikte aynı yüzyıllarda İslâm dünyasının çeşitli bölgelerinde Zünnûn el-Mısrî, Sehl et-Tüsterî, Hakîm et-Tirmizî, Cüneyd-i Bağdâdî, Ruveym b. Ahmed, Hallâc-ı Mansûr, Semnûn el-Muhib, Ebû Ali er-Rûzbârî, Dükkı ve Ali b. İbrâhim el-Husrî gibi Melâmî eğilimlere sahip sûfîler de yetişmiştir. İlk dönem Melâmîliğinin ana çizgisi nefsin arzularına ve riyakâr davranışlara karşı sürekli mücadele etmek ve iyiliklerini gizlemeye, ihlâsı gerçekleştirmeye çalışmak iken IV. (X.) yüzyılda yaşayan Muhammed b. Ahmed el-Ferrâ gibi bazı Melâmîler bu ilkenin uygulanmasında aşırıya kaçmışlar ve mensuplarından insanların kınamasını, öfkelerini ve kızgınlıklarını celbedecek davranışlar sergilemelerini istemişlerdir. Bu tavır sonraki dönemlerde Melâmî anlayışın bir parçası haline gelmiş ve kendilerine yöneltilen eleştirilere zemin hazırlamıştır. Melâmîlik IV. (X.) yüzyılda Mâverâünnehir bölgesine nüfuz etmiş, İslâmiyet Buhara, Semerkant, Fergana gibi bölge ve şehirlerde, Horasanlı Melâmîler’in ve Horasan’a gidip onlara intisap ettikten sonra memleketlerine dönen Melâmî Türk dervişlerinin faaliyetleri sonucu Türkler arasında yayılmaya başlamıştır.
Melâmîliğin Horasan ve Mâverâünnehir’de ortaya çıkıp gelişmesinin buraların eski Hint-İran mistik geleneğinin taşıyıcı bölgeleri olmasıyla ilgili olduğu, “fakr ve tecerrüdü” esas alan bu tasavvuf mektebinin toplumu ve dünyayı alabildiğince dışladığı, aynı temel felsefeyi benimsemiş olan eski Hint-İran mistik geleneğinin üzerine inkişaf ettiği ileri sürülmüştür. Ancak Melâmîliğin esasları arasında fakr ve tecerrüd bulunmadığı gibi Melâmîlik’te dünyanın dışlanması olarak anlaşılabilecek bir yaklaşım da yoktur. Melâmîliğin eski Hint-İran mistik geleneğinin taşıyıcı bölgelerinde ortaya çıkması da İslâmiyet’in putperest Arap toplumunda ortaya çıkması kadar tabii bir hadisedir. Melâmîliğin temelinin karamsarlık ve kötümserlik olduğu, bunların Zerdüştîlik’te de bulunduğu ve İslâm dışı olduğu iddiası da Melâmî tavra bakış açısından kaynaklanmaktadır.
V. (XI.) yüzyıldan itibaren tasavvufun bütün İslâm dünyasında yaygınlaşmasından sonra Melâmet anlayışı tasavvufun içinde ayrı bir damar ve bir neşve olarak etkisini sürdürmeye devam etmiştir. Tarikatların yaygınlaştığı dönemde ortaya çıkan başta Nakşibendiyye, Kübreviyye ve Mevleviyye olmak üzere büyük tarikatları etkilemiş, XV. yüzyılda Anadolu’da Hacı Bayrâm-ı Velî tarafından kurulan Bayramiyye tarikatı içinde ayrı bir kol oluşturacak kadar belirgin hale gelmiştir.
Reşat ÖNGÖREN
KAYNAKÇA
Muhammed b. Hüseyin es-Sülemî, er-Risâletü’l-Melâmetiyye, (yay. Ebü’l-Alâ Afîfî, el-Melâmetiyye ve’s-sûfiyye ve ehlü’l-fütüvve içinde), Kahire 1364/1945, s. 86-120; aynı yazar, Tabakâtü’ssûfiyye (yay. Nûreddin Şerîbe), Kahire 1953, s. 96, 123-129; aynı yazar, el-Mukaddime fi’t-tasavvuf (yay. Süleyman Ateş, Tasavvufun Ana İlkeleri: Sülemî’nin Risâleleri içinde), Ankara 1981, s. 108; Ebû Sa‘d Abdülmelik Hargûşî, Tehzîbü’l-esrâr (haz. İrfan Gündüz, basılmamış doçentlik çalışması, 1990), İSAM Ktp., nr. 16.971, s. 21; Ali b. Osman el-Hücvîrî, Keşfü’l-mahcûb, (yay. Jukovski), Tahran 1979, s. 68-69, 228; Abdülkerîm el-Kuşeyrî, er-Risâle (yay. Mahmud b. Şerîf-Abdülhalim Mahmud), I, Kahire 1972, s. 96, 103-104, 109; Ferîdüddin Attâr, Tezkiretü’l-evliya (çev. Süleyman Uludağ), İstanbul 1991, s. 414-427; Şehâbeddin es-Sühreverdî, ‘Avârifü’l-ma’ârif, Kahire 1358/1939, s. 53-59; Abdurrahman Câmî, Nefehâtü’l-üns min hazarâti’l-kuds, s. 8-10, 14-15; Kemâleddin Harîrîzâde, Tibyanu vesâili’l-hakâik fî beyâni selâsili’t-tarâik, Süleymaniye Kütüphanesi, İbrahim Efendi, nr. 430, III, vr. 140a-143b; M. Sadık Vicdânî, Tomar-ı Turuk-i Aliyye’den Melâmîlik, İstanbul 1919, s. 14-20; Ebü’l-Alâ Afîfî, el-Melâmetiyye ve’s-sûfiyye ve ehlü’l-fütüvve, Kahire 1364/1945; J. S. Trimingham, The Sufi Orders in Islam, Oxford 1971, s. 24; Ali Bolat, Bir Tasavvuf Okulu Olarak Melâmetîlik, İstanbul 2003, s. 78-81; R. Hartmann, ‘’As-Sulamı’s Risalat al-Malamatıja’’, Der Islam, VIII (1918), s. 157-203; A. J. Arberry, ‘’Khargushi’s Manual of Sufism’’, Bulletin School of Oriental and African Studies, XIX (1938), s. 345-349; Fr. Taeschner, “İslâm Ortaçağında Futuvva: Fütüvvet Teşkilâtı” (çev. Fikret Işıltan), İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mecmûası, XV/1-4 (1953-54), s. 6-25; Nasrullah Pürcevâdî, “Menba.î Kühen der Bâb-ı Melâmetiyân-ı Nîşâbûr”, Maʻârif, XV/1-2, Tahran 1377 hş./1998, s. 1-50.DİA’daki “Melâmiyye” maddesinden özetlenmiştir (XXIX, s. 2535).