abd haberleri canlı haber
Biyografi

Mevlana kimdir? Mevlana nasıl birisidir? Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hayatı ve tarihi nedir? Mevlana kitapları neler?

Ahi Evran’ın çağdaşı olan ve Ahilerle yakın ilişkisi Bulunan Mevlâna Celâleddin-i Rumî Horasan’ın Belh şehrinde doğdu. Tam adı Muhammed b. Muhammed b. Hüseyin, lakabı Celâleddin’dir. “Efendimiz” anlamına gelen Arapça “Mevlâna” ünvanı onu yüceltmek maksadıyla söylenmiştir. Aynı maksatla hükümdar, sultan anlamına gelen Farsça “Hudâvendigâr” unvanıyla da anılmaktadır. Ayrıca doğduğu Belh şehrine nispetle Belhî nisbesiyle anıldığı gibi, hayatını geçirdiği Anadolu’ya nispetle “Rumî”, şeklinde de anılır. İlmî yeterliliği ve muhtelif medreselerde müderrisliği sebebiyle “Molla Hünkâr” ya da “Mollâ-yı Rum” gibi unvanlarla da anıldığı belirtilmektedir.

Mevlâna’nın soyu birinci halife Hz. Ebûbekir’e dayanır. Mevlâna’nın Türklüğü ile ilgili tartışmalar son döneme ait olup büyük ölçüde “Beni yabancı sanmayınız, ben bu mahalledenim. Sizin mahallenizde evimi arıyorum. Her ne kadar düşman görünüyorsam da düşman değilim. Her ne kadar Hintçe söylüyorsam da aslım Türktür” şeklindeki rubaisi çerçevesinde cereyan etmiş, bazıları buradaki Türk kelimesinin farklı anlamlara geldiğini, bazıları bununla Türk ırkına ruh yakınlığının kastedildiğini, bazıları ise Türk ırkının kastedildiğini ileri sürmüştür.

Mevlâna’nın babası Bahaeddin Veled çok önceden Belh’e yerleşmiş bulunan bir ulema ailesine mensuptu ve “sultanü’l-ulemâ” unvanıyla tanınmıştı. Aynı zamanda silsilesi Ahmed Gazzalî’ye ulaşan tarikten hilafeti bulunmaktaydı. Onun Kübreviyye Tarikatı’nın kurucusu Necmeddin Kübrâ’nın müridi olduğu da söylenir. Bahaeddin Veled’in annesinin de Harzimşahlar hanedanından olduğu bilinmektedir. Bahaeddin Veled Yunan felsefesini benimseyen Fahreddin Râzî ve Zeyn-i Kîşî gibi âlimlerle onların görüşlerine uyan Harizmşah Alâeddin Muhammed’i vaazlarında çok ağır şekilde eleştirince yöneticiler ve ileri gelen bir kısım ulema ile arası açıldı. Bunu fırsat bilen fitneciler onun siyasî gaye güttüğünü, taraftarlarıyla isyan hazırlığında olduğunu öne sürerek ülkeyi terk etmesi gerektiği hususunda sultanı ikna ettiler. Bahaeddin Veled bunun üzerine ailesi ve müridleriyle birlikte şehirden ayrılarak Bağdat’a gitti ve orada meşhur mutasavvıf Şihabüddin Sühreverdî tarafından karşılandı. Bağdat’tan hac maksadıyla Mekke’ye ve dönüşte bazı Anadolu şehirlerine uğradıktan sonra Sultan Alâeddin Keykubad’ın daveti üzerine Konya’ya giderek yerleşti. Mevlâna bu sırada bir görüşe göre on dört, diğer bir görüşe göre yirmi iki yaşında idi.

Mevlâna’nın babası Bahaeddin Veled Konya’da Altunpâ (Altınapa/Altun-aba) medresesinde iki sene müderrislik yaptıktan sonra 18 Rebîulâhır 628 (23 Şubat 1231) tarihinde vefat edince, Mevlâna babasının yerine geçti ve halka fetvalar vermeye başladı. Bir yıl sonra Bahaeddin Veled’in müridlerinden olan ve Mevlâna’nın çocukluğu sırasında terbiyesi ile meşgul olan Seyyid Burhaneddin Muhakkık-ı Tirmizî Konya’ya gelerek Mevlâna ile buluştu; ona zahir ilimlerinde elde ettiği üstün dereceyi hâl (tasavvuf) ilimlerinde de kazanması gerektiğini söyledi. Bu tavsiye üzerine Mevlâna, Seyyid Burhaneddin’e mürid oldu ve dokuz yıl hizmet etti.

Seyyid Burhaneddin ilk buluşmalarından bir sene sonra Mevlâna’yı zâhir ilimlerinde daha da ilerlemesi için Suriye’ye gönderdi. Halep’te Hallâviyye medresesine kaydolan Mevlâna burada müderris olan Kemaleddin İbnü’l-Adîm’den dersler aldı. Aynı zamanda şehrin yöneticisi de olan İbnü’l-Adîm’in Mevlâna ile özellikle ilgilendiği ve gördüğü üstün kabiliyet sebebiyle ona medrese programı dışında da hususi dersler verdiği belirtilmektedir Halep’te ne kadar kaldığı bilinmeyen Mevlâna’nın daha sonra Şam’a gittiği ve burada Mukaddemiyye-i Berraniyye medresesine kaydolduğu nakledilir. Arap dili ve edebiyatı, lügat, fıkıh, tefsir ve hadis gibi ilimler başta olmak üzere bütün aklî ve naklî ilimlerde icazet alan Mevlâna öte yandan Şam’da Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Sa’deddin-i Hammûye, Osman erRumî, Evhadüddîn-i Kirmânî, Sadreddin-i Konevî gibi ileri gelen şeyhlerle uzun müddet sohbetler etmiştir.

Mevlâna Şam’dan Konya’ya döndükten sonra irşad faaliyetlerinden geri durmadı; halka vaaz, medresede öğrencilere ders ve birçoğu yönetici ve ulema kesiminden olan müridlerine sohbetler etmeye devam etti. Bu şekilde beş yıl irşad faaliyetini sürdüren Mevlâna’nın hayatında dönüm teşkil eden bir olay meydana geldi; Konya’da Şems-i Tebrîzî (Şemseddin Tebrîzî) ile karşılaştı. Dönemin pîrleri tarafından “Tebrizli Kâmil” diye çağrılan, birçok yer dolaştığı için uçan Şems anlamında “Şems-i Perende” diye anılan bu zat, ilk önce Tebriz’de Ebubekr-i Selebâf’ın hizmetinde bulunmuş, daha sonra birçok mutasavvıfla sohbet etmişti.

Şems ilk karşılaştıkları sırada Mevlâna’yı derinden etkileyen olay ve Şems’le aralarında geçen konuşmanın mahiyeti hakkında kaynaklarda farklı rivayetler bulunmaktadır.

Mevlâna bu karşılaşmadan sonra halkla tamamen alakasını kesmiş, medresedeki derslerini ve müridlerin eğitimini bırakarak bütün zamanını Şems’le geçirmeye başlamıştır. Müridler şeyhlerini kendilerinden ayıran ve nereden geldiği, kim olduğu belli olmayan Şems’e karşı kin tutmaya, haset etmeye başladılar. Öte yandan Mevlâna’nın vaazlarından mahrum olan halk arasında da çeşitli dedikodular yayıldı. Hatta bir araya gelerek Şems’in aleyhine büyük bir yürüyüş düzenlediler, tehdit ve ağır hakaretler ettiler. Bunun üzerine Şems ansızın şehri terk etti. Mevlâna’yı çok üzen bu olaydan sonra onunla eskisi gibi görüşebileceklerini uman müridler durumun daha da kötüleştiğini fark ettiler ve Mevlâna’dan özür dilediler.

Bir müddet sonra gönderdiği mektuptan Şems’in Şam’da olduğunu öğrenen Mevlâna, dönmesi için ona çok içli mektuplar yazdı. Bu ayrılık sırasında mâtemlilerin giydiği hindibarî denilen kumaştan bir ferecî (önü açık hırka) yaptırdı, başına bal renginde yünden bir külah geçirdi ve üzerine şekerâvîz tarzında sarık sardı. Ayağına da Mevlevî ayakkabısı ve çizmesini giydi. Öteden beri dört haneli olan rebabı altı haneli yaptırarak semâ meclislerini başlattı. Daha sonra oğlu Sultan Veled’i Şam’a gönderdi ve ısrarlı davet karşısında Şems tekrar Konya’ya geldi.

Mevlâna ile Şems bu defa altı ay halvette kaldılar. Yanlarına Sultan Veled ve Şeyh Selâhaddin-i Zerkûb’dan başkası giremiyordu. Bu arada Şems Mevlâna’nın evlatlığı Kimya Hatun’la evlendi. Müridler ve halk tekrar dedikodu etmeye, küstahlık ve taşkınlık yapmağa başladılar. Şems Sultan Veled’e kendisini Mevlâna’dan ayırmak istediklerini, bu sefer ortadan kaybolduktan sonra kimsenin izini bulamayacağını söyledi ve bir gün ansızın kayıplara karıştı Şems-i Tebrîzî’nin bu ikinci kayboluşunun 645 (1247) tarihinde olduğu belirtilmektedir. Eflâkî’nin kaydettiğine göre Şems kaybolmadan önce ona suikast teşebbüsünde bulunulmuştur. Mevlâna ile halvette iken dışarıda pusu kuran yedi kişilik gruptan biri Şems’e işaret ederek dışarı çıkmasını istemiş, Şems de Mevlâna’ya “Beni öldürmek için çağırıyorlar” deyip çıkmıştı. O anda Şems’e bir bıçak sapladılar, Şems şiddetli bir nâra attı ve kayboldu. Ardından birkaç damla kandan başka bir şey göremediler (Menâkıbü’l-ârifîn, II, 684).

Şems-i Tebrîzî’yi aradığı hiçbir yerde bulamayan Mevlâna kırk gün sonra başına beyaz sarık yerine duman renkli bir sarık sardı. Yemen ve Hind kumaşından bir ferecî yaptırdı ve ömrünün sonuna kadar bu kıyafeti kullandı. Mevlâna bir müddet sonra onu bulmak umuduyla Şam’a gitti ancak bulamadan geri döndü. Birkaç yıl sonra tekrar gitti, aylarca aradığı halde yine bulamadı.

Mevlâna, Şems-i Tebrîzî’den ümidini kestikten sonra oğlu Sultan Veled’i yanına çağırarak Şems’in yerine Konyalı Şeyh Selâhaddîn-i Zerkûb’un (kuyumcu) geçtiğini, müridlerin ona uymalarını, kendisinin ise şeyhlik yapmayacağını söyledi. Kuyumculukla meşgul olan Şeyh Selâhaddin gençliğinde Seyyid Burhaneddin Muhakkık-ı Tirmîzî’ye mürid olmuş, ardından Mevlâna’ya intisap etmiş, Şems-i Tebrîzî geldikten sonra da onun sohbetlerine katılmıştı. Mevlâna eskiden Şems’le olduğu gibi bu defa Selâhaddîn-i Zerkûb’la halvete girmeye başladı. Bir kısım müridler bu duruma da itiraz ettiler; onun cahil olduğunu ve şeyhlik için ehil olmadığını söylemeye başladılar. Şems’den sonra Şeyh Selâhaddin’le teselli bulan Mevlâna, onun kızı Fatma Hatun’u oğlu Sultan Veled’e almak suretiyle aralarında akrabalık bağı da oluşturdu. Selâhaddîn-i Zerkûb’un Mevlâna ile beraberliğinin on yıl sürdüğü, ardından şeyhin hastalanıp vefat ettiği belirtilmektedir.

Selâhaddîn-i Zerkûb’dan sonra Mevlâna hilâfet makamına müridlerinden Urmiyeli Hüsâmeddin Çelebi’yi geçirdi. Mevlâna’nın en etkili eseri olan Mesnevî’nin ortaya çıkması Hüsâmeddin Çelebi’nin teşvikiyle olmuştur. O yüzden Mevlâna ona “Madem ki Mesnevî’nin başlangıcı [başlatıcısı] sen oldun, o halde bu artarsa sen artırmış olursun” diye iltifat etmiş ve Mesnevî’nin adını Hüsâmînâme koymuştur. Hüsameddin Çelebi zamanında müridlerin önceki döneme göre daha sakin oldukları; haset ve taşkınlıklardan vazgeçtikleri söylenmektedir.

Mevlâna, 5 Cemaziyelahir 672 (17 Aralık 1273) tarihinde vefat etti. Cenazesinde ağlayıp feryat edilmemesini vasiyet etmesi ve öldüğü günü kavuşma vakti olarak tanımlaması sebebiyle vefat gününe düğün gecesi anlamında şeb-i arûs denmiş ve yıldönümleri bu adla anılagelmiştir. Mevlâna’nın vasiyeti gereği cenaze namazını kıldırmak için tabutun önüne geldiği sırada Sadreddin Konevî’nin hıçkırıklarla kendinden geçtiği, o sebeple namazı Kadı Sirâceddin’in kıldırdığı belirtmektedir.

Mevlâna’nın müridleri çoğunlukla halk tabakasındandı; her sanat ve meslekten insan onun sema meclislerine katılıyordu. Bununla birlikte onun dönemin yöneticileriyle de yakın ilişkisi vardı. Ancak o bu ilişkiyi genellikle nasihat çerçevesinde sürdürüyor, yöneticilerin aralarındaki çekişme ve rekabete dayalı siyasî mücadelelerin içine girmemeye özen gösteriyordu. Selçuklu devlet adamlarından II. İzzeddin Kaykâvus, Celâleddin Karatay, Konyalı Kadı İzzeddin, Emîr Bedreddin Gevhertaş, IV. Rukneddin Kılıcarslan, Muînüddin Pervâne, Mecdüddin Atabek, Emînüddin Mikâil, Tâceddin Mu’tez, Sâhip Fahreddin, Alemüddin Kayser, Celâleddin Müstevfî, Atabek Arslandoğmuş, Kırşehir hâkimi Cacaoğlu Nureddin, doktoru reîsületibbâ Ekmeleddin en-Nahcuvânî Mevlâna’ya büyük saygısı bağlılığı olan kimselerdi. Muînüddin Pervâne’nin eşi Gürcü Hâtun, IV. Rukneddin Kılıcarslan’ın eşi Gömeç (Gumaç) Hâtun da müridleri arasında bulunuyordu.

Mevlâna’nın Selçuklu yöneticilerine göre direkt ilişkisi bulunmadığı Moğollarla ilgili yaptığı bazı açıklamalar sebebiyle, Moğol sempatizanı olduğu yönünde iddialar ileri sürülmüştür. Oysa Mevlâna’nın Moğollarla ilgili görüşleri, olayları tamamen tasavvufî perspektiften ele alıp yorumlamaktan ibarettir. Bu çerçevede o, bir yandan dönemin süper gücünün yükselişini izah etmekte, diğer yandan da yaptıkları zulümleri dile getirerek uzun ömürlü olamayacaklarına işaret etmektedir. Onun bütün olayları yorumlayışının temelinde, en olumsuz durumlarda bile olumlu yönlerin ve gelişmelerin olabileceği anlayışı yatmaktadır. Nitekim Mevlâna’nın öngördüğü şekilde, Konya’yı kuşatan Moğol kumandanı Baycu’nun şehre saldırmadığı ve Moğolların daha sonra Müslüman oldukları bilinmektedir.

Mevlâna’nın ünlü mutasavvıf Fahreddîn-i Irâkî ile yakın dostluğu vardı. Irâkî Konya’da Sadreddin Konevî’nin derslerine katıldığı sırada Mevlâna’nın da sema törenlerine katılmaktaydı. Mevlâna’nın Sadreddin Konevî ile ilişkileri ilk zamanlar iyi olmamakla birlikte zamanla düzeldiği anlaşılmaktadır. Başlangıçta semâa muhalif bulunan Sadreddin Konevî’nin daha sonra bu tavrından vazgeçtiği ve Mevlâna ile dost olduğu görülmektedir. Mevlâna ile görüşüp sohbet edenler arasında Kübreviyye’nin kurucusu Necmüddin Kübrâ’nın halifesi Necmüddin Dâye, Haydariyye’nin kurucusu Kutbüddin Haydar’ın halifesi Hacı Mübârek Haydar, ünlü şâir Sa‘dî-i Şîrâzî, meşhur âlimlerden Kutbüddîn-i Şîrâzî, Hümâmüddin Tebrîzî ve Hoca Reşîdüddin de vardır.

Düşüncesi. Mevlâna kâmil manada âlim, mutasavvıf ve şâirlik özelliklerine sahip bir şahsiyettir. Çocukluğunda babasının yanında başladığı tahsilini, daha sonra gittiği Halep ve Şam’da tamamlamıştır. Onun ilk tasavvufî eğitimini de yine babasından aldığı anlaşılmaktadır. Sultânü’lulemâ lakabıyla tanınan babası Bahaeddin Veled’in Kübreviyye’nin kurucusu Necmeddin Kübrâ’nın halifesi olduğu söylendiği gibi, Ahmed Gazzâlî’den gelen tarikat silsilesinden hilâfet aldığı da belirtilmektedir. Mevlâna daha sonra babasının halifesi Burhaneddin Muhakkık-ı Tirmizî tarafından eğitildi. Son olarak onun Şems-i Tebrîzî ile buluştuğu ve Şems’in de bir görüşe göre Kübreviyye bir başka görüşe göre ise Sühreverdiyye şeyhlerinin sohbetlerine katıldığı bilinmektedir. Mevlâna’nın çocukluğundan itibaren birbirine paralel olarak devam eden ilm-i zâhir ve ilm-i bâtın tahsili, zamanla kelâmla tasavvufu birleştirmesine zemin hazırlamıştır. Öte yandan onun şahsında Kübreviyye tarikatinden gelen sünnî esaslara dayalı tasavvuf anlayışıyla, Ahmed Gazzâlî’den itibaren Senâî ve Attâr gibi mutasavvıflarla sürdürülen aşk ve vecdin öne çıktığı tasavvuf anlayışı birleşmiştir. Zühd ve takvayı esas alan tasavvuf anlayışının yanı sıra tevarüs ettiği bu aşk ve vecd neşvesinin Şems-i Tebrîzî ile en yüksek seviyesine ulaştığı anlaşılmaktadır.

Mevlâna’daki dinî-tasavvufî düşüncenin kaynağı Kur’an ve Sünnet’tir. “Canım tenimde oldukça Kur’ân’ın kölesiyim ben. Seçilmiş Muhammed’in yolunun toprağıyım…” diyerek bunu dile getirir. Mevlâna’nın tasavvuf düşüncesine Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin görüşlerinin etkisi olup olmadığı tartışılmıştır. Bazı araştırmacılar Mevlâna ile İbnü’l-Arabî’nin düşünce sistemini iki zıt kutup şeklinde takdim ederken, bazıları İbnü’lArabî’nin belli ihtisas sahiplerine hitap eden anlaşılması zor görüşlerini Mevlâna’nın anlaşılır kıldığını ve böylece halkın seviyesine indirdiğini belirtmişlerdir. Bir kısmı da kısmen etkisi olduğundan söz etmiştir.

Mevlâna’ya göre, her ne kadar görünüşte ayrılık olsa da varlıkta birlik esastır. İman-küfür, hayırşer gibi ayrımlar bize göredir. Allah’a nispetle ise hepsi birdir. Kötülük iyilikten ayrılmaz. Kötülük olmadan kötülüğü terk etmek imkânsızdır. Yine küfür olmadan da din olmaz, çünkü din küfrü bırakmaktır. Bunların yaratanları da birdir. Ona göre ikilikten kurtulmak; yani gerçek tevhid kulun kendi varlığından soyulmasıyla gerçekleşir. Birlik, ittihad ya da hulül değil, kulun kendi varlığından geçmesidir. Allah’ın yanında iki “Ben” söz konusu olamaz. Bu konu ile ilgili “Sen ‘Ben’ diyorsun. O da ‘Ben’ diyor. Ya sen öl, ya da O ölsün ki, bu ikilik kalmasın. O’nun ölmesi imkânsız olduğuna göre, ölmek sana düşüyor” demekte ve tasavvufun hedefi olan, “ölmeden önce ölme” esprisine vurgu yapmaktadır. Mevlâna’ya göre kul benliğinden sıyrılmakla gerçek manada irade hürriyetine de kavuşmaktadır. Çünkü ferdiyetten kurtulup mutlak varlığa kavuşan kimsenin iradesi, tıpkı varlığı gibi Allah’ta erimiştir. Onun irade ve ihtiyarı Allah’ın irade ve ihtiyarıdır. Bu mertebede kul cebirden de ihtiyardan da söz edebilir. Ancak ona göre ferdiyetinden kurtulmadan yaptıklarını Allah’a isnat etmek yalancılıktır. Bu noktada o Cebriyye’yi de Mutezileyi de tenkid ederek ehli sünnet görüşünü savunur.

Mevlâna, yalnız akla önem verdikleri için filozofları noksan görür; kıyas ve istidlâlin insanı hatalara düşüreceğini belirtir. Ona göre, dünyevî işlerde yararlı olan akıl, mahiyeti icabı ilahî hakikatlere ulaşmada ve hakka vuslatta ayak bağı olabilir. Manevî yolculuk için ilâhî aşk gereklidir. Aklın yetersiz olduğu alanlardan birisi de aşk ve ahvalidir. Kur’an’da “Allah onları sever onlar da Allah’ı sever” buyrulmuştur. Dolayısıyla aşkın kaynağı ilâhîdir.

İnsanın yaratılışıyla ilgili yaptığı açıklamalarından dolayı Mevlâna’yı evrimci, Darvin nazariyesinin ilk habercisi ve tenâsühü savunan bir kimse olarak takdim edenler olmuştur. Onun insanla ilgili “O göklerden unsurlara, unsurlardan cansızlara, nebatlara ve canlılara geçmiş, nihayet baba ve anası onun dağılmış olan maddesini mevâlid aleminden toplamıştır. İnsan mevalid aleminden önce unsurlarda, unsurlardan önce göklerde, göklerden önce de Allah sıfatındaydı. Sıfat ise Zatın aynıdır. İnsan suretine gelip bu alemde olgunluğa erişenler, bu suretten çıkınca suretsizlik alemine varacaklar, mutlak varlığa kavuşacaklardır,” şeklindeki açıklamaları ve yine “Cansızdım bu suretten ölüp kurtuldum, yetişip gelişen bir varlık haline geldim, nebat oldum. Nebattan öldüm hayvan suretinde görüldüm. Hayvanlıktan da öldüm insan oldum. Artık ölüp yok olmaktan ne diye korkayım? Bir hamle daha edeyim de insanken öleyim melekler alemine geçip kol kanat açayım. Melek olduktan sonra da ırmağa atlamak, melek sıfatını terk etmek gerek” şeklindeki ifadeleri evrimi değil “devir” anlayışını yansıtmaktadır. Bu anlayış tamamen biyolojik evrimleşmeyle ilgili olup, insanın yapısındaki iki alandan biri olan toprak alan için geçerlidir. Bu evrimleşme cemad, bitki ve hayvan sürecinde biyolojik olmakla birlikte, insan-Allah arası süreçte meleklerden geçip yaratıcıya varan bir devredir. Ölümle birlikte beden yine toprağa karışacak ruh ise mutlak varlığa kavuşacaktır. Dolayısıyla bunun evrim teorisiyle ve tenâsühle alakası bulunmamaktadır.

Mevlâna ünlü eseri Mesnevî’de fütüvvet ehlini övmüştür. Ona göre fütüvvet bir şeyi sebepsiz, karşılıksız vermektir. Başkasını kendisine tercih ederek îsar ahlakına sahip olmak derecelerin en üstünüdür. Gerçek fütüvvet ehli Allah için yaptıklarından da ücret beklemez, sırf O’nun rızâsını kazanmayı hedefler.

Kitapları

Mevlâna’nın şiirleri ve mektupları arasında Arapça olanlar bulunmakla birlikte eserleri Farsça’dır. Eserlerinden ikisi manzum diğerleri mensurdur.

Dîvân-ı Kebîr (Dîvân-ı Şems-i Tebrîzî)

Mevlâna’nın gazel ve rubâîlerden meydana gelen bu eser çok geniş bir hacme sahip olduğundan Dîvân-ı Kebîr adıyla, gazellerde genellikle Şems, Şems-i Tebrîzî mahlasları kullanıldığından Dîvân-ı Şems veyâ Dîvân-ı Şems-i Tebrîzî adıyla anılmaktadır. Şiirlerin çoğu Mevlâna’nın Şems ile buluşmasından sonraki devreye aittir.

Mesnevî

Mesnevî tarzında yazıldığı için bu adla anılan eser tasavvufî düşüncenin bütün konularını içermekte ve İslâm kültürünün en önemli eserleri arasında sayılmaktadır. Müellif eserini Kur’ân-ı Kerîm’in bâtın manalarını keşfeden remiz ve işâretleri tevil ve tahkik eden bir kitap olarak tanımlamış ve seyru sülûkta bulunanlar için irşad niteliği taşıdığını belirtmiştir. Diğer mesnevîlerden ayırt edilmek için Mesnevî-i Mevlevî, Mesnevî-i Manevî ve Mesnevî-i Şerîf gibi terkiplerle de anılagelen bu eser, müellifi tarafından Keşşâfü’l-Kur’ân, Fıkh-ı Ekber, Saykalü’lervâh ve Hüsamînâme gibi çeşitli lakaplarla da isimlendirmiştir.

Fîhi mâ Fîh

Mevlâna’nın sağlığında oğlu Sultan Veled veya bir başka müridi tarafından kaydedilen sohbetlerinin vefatından sonra derlenmesinden meydana gelmiştir. Yazma nüshalarında adı Esrâr-ı Celâl, Esrârü’l-Celâliyye, Kitâbü’n-nesâih li Celâliddin, Risâle-i Sultan Veled gibi farklı şekillerde belirtilmiştir.

Mecâlis-i Seb‘a

Mevlâna’nın cami vaazları ve sohbetlerinde yaptığı konuşmaların muhtemelen müridleri tarafından derlendiği bir mecmuadır. Bu konuşmalarda konuyla ilgili âyet ve hadislerin açıklanmasının yanı sıra Senâî, Attâr gibi şâirlerin şiirlerine, Mesnevî’de anlatılan bazı hikâyelere ve Dîvân-ı Kebîr’den şiirlere de yer verilmiştir.

Mektûbât

Mevlâna’nın değişik sebeplerle muhtelif kimselere yazdığı mektuplardan oluşmaktadır. Yakınlarına, çocuklarına ve müridlerine gönderilenler bulunmakla birlikte mektupların çoğu, yöneticilere ihtiyaç sahiplerinin taleplerini bildirmek maksadıyla yazılmıştır.

Reşat ÖNGÖREN

KAYNAKÇA

Bahaeddin Muhammed Veled, Maârif: Mecmûa-i Mevâiz ve Suhânân-i Sultânü’l-ulemâ Bahâuddin Muhammed bin Hüseyin-i Hatîbî Belhî Meşhûr be-Bahâ-i Veled (yay. Bedîuzzaman Fürûzanfer), I, Tahran 1352, s. 82; İbnü’l-esîr, el-Kâmil fi’t-târîh, XII, Beyrut 1982 Leyden 1853, s. 268-269; Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî, Mesnevî (çev. Veled İzbudak), İstanbul 1988; aynı yazar, Külliyyât-ı Şems yâ Dîvân-ı Kebîr (yay. Bediuzzaman Füruzanfer), Tahran 1337; aynı yazar, Fîhi mâ Fîh (çev. Ahmed Avni Konuk, yay. Selçuk Eraydın), İstanbul 1994, s. 89, 195; Sultan Veled, İbtidânâme (trc. Abdülbâki Gölpınarlı), Ankara 1976; Feridûn-i Sipehsâlâr, Risâle der Ahvâl-i Mevlânâ Celâleddin Mevlevî (Risâle-i Sipehsâlâr) (yay. Said Nefîsî), Tahran 1325; Alâüddevle-i Simnânî, Risâle-i İkbâliyye: Fevâyid-i Şeyh Alâüddevle Simnânî (Opera Minora içinde, yay. W. M. Thackston), Harvard 1988, s. 235; Ahmed Eflâkî, Menâkıbü’l-ârifîn, I-II, (yay. Tahsin Yazıcı), Ankara 1959-61; Muhyiddin Abdülkadir Kureşî, el-Cevâhiru’lmudiyye fî tabakâti’l-Hanefiyye (yay. Abdülfettah Muhammed Hulv), III, 1993, s. 343-346; Sahîh Ahmed Dede, Mecmûatü’ttevârîhi’l-Mevleviyye: Mevlevîlerin Tarihi, (yay. Cem Zorlu), İstanbul 2003, s. 118-200; Reynold Alleyne Nicholson, Mevlânâ Celâleddin Rûmî, (çev. Ayten Lermioğlu), İstanbul t.y., s. 15-25; Resuhi Baykara, “Mevlânâ’nın Türklüğü Meselesi”, Tarih Coğrafya Dünyası, II/12 (1959), s. 433-434; Arthur John Arberry, “Jalâl al-Dîn Rûmî”, Islamic Studies, I (1962), s. 89-105; Bedîuzzaman Fürûzanfer, Mevlânâ Celâleddin (çev. Feridun Nafiz Uzluk), İstanbul 1963; Asaf Hâlet Çelebi, Mevlânâ ve Mevlevîlik, İstanbul 1957; Seyyed Hossein Nasr, “Rûmî and the Sûfî Tradition”, The Scholar and the Saint (ed. P. J. Chelkowski), New York 1975, s. 169-185; Annemarie Schimmel, Rumi: Ich bin Wind und du bist Feuer, Köln 1986, aynı yazar, “Mewlânâ Rûmî: Yesterday, Today, and Tomorrow”, Poetry and Mysticism in Islam: The Heritage of Rûmî (ed. Amin Banani, R. Hovannisian, G. Sabagh), Cambridge 1994, s. 5-27; Eva de Vitray-Meyerovitch, Rûmî and Sufism (Fransızca’dan İngilizce’ye çev. Simone Fattal), California 1987; Afzal Iqbal, The Life and Work of Jalal-ud-din Rumi, İslamabad 1991; Şefik Can, Mevlânâ Hayatı Şahsiyeti Fikirleri, İstanbul 1995; Mehmet Demirci, Mevlânâ’dan Düşünceler, İzmir 1997,s. 23-59; William C. Chittick, “Rumi and Wahdat al-Wujûd”, Poetry and Mysticism in Islam: The Heritage of Rûmî (ed. Amin Banani, R. Hovannisian, G. Sabagh), Cambridge 1994, s. 70-111; Imtiaz Ahmad, “The Place of Rumi in Muslim Thought”, Encyclopaedic Survey of Islamic Culture, (ed. Mohamed Taher), XII, New Delhi 1998, s. 45-56; Osman Nuri Küçük, “Mevlânâ’nın Yöneticilerle İlişkileri ve Moğol Casusluğu İddiâları I-II”, Tasavvuf: İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, XI (2003), s. 259-322; XII (2004), s. 173-195;

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu
İstanbul evden eve nakliyat izmir dijital ajans dijital pazarlama vds satın al