
Kelimenin aslı Farsça “bâzâr”dır. Türkçeye “bazar” olarak geçen kelime, halk ağzında yaygın olarak “pazar” şeklinde söylenir. Kırgızca, Kazakça, Özbekçe, Türkmence ve Uygurca gibi akraba dillerinde “bazar” şeklinde kullanılır. Kelime İngilizceye “bazaar”, Fransızcaya “bazar”, Almancaya “basar”, İtalyancaya “bazzara” olarak girmiştir.
Doğu uygarlığının bir değeri olarak ortaya çıkan pazar, genelde mal ve eşyaların alınıp satıldığı ticarî yer anlamına gelir. Bu bağlamda pazar, şehir, kasaba ve hatta köylerde sosyal ve dinî merkezlerin oluştuğu yerler olarak da dikkati çeker. Bu bakımdan pek çok pazarın, fizikî bakımdan cami, mescid ve kahvehane gibi dinî ve sosyal tesislerle birleştirilmiş veya bütünleşmiş olduğu görülür. Osmanlı döneminde şehir ve kasabalar tanımlanırken sık sık “Bazar durur, cuma kılınur” ifadesinin geçmesi, söz konusu oluşumların bir tezahürü olmalıdır. Bu tür pazarlar, üstü açık, basit bir şekilde tezgahları kurulup sökülebilen bir özellik gösterir. Bu şekilde Selçuklu döneminde Kayseri-Pınarbaşı arasında Mayıs ayının başlarında kurulan, Haziran ayı ortasına kadar devam eden ve daha çok bir panayır özelliği gösteren Yabanlu Pazarı adıyla bir pazarın kurulduğu biliniyor. Ayrıca Osmanlı Beyliği’nin kurucusu olan Osman Gazi döneminde pazarların kurulduğu dikkati çekiyor.
Osmanlı döneminde yeni bir pazarın kurulması veya açılması, yerel halkın görüşleri dikkate alınarak merkezî idarenin kararıyla belirlenirdi. Bazı istisnalarla haftanın belli bir gününde üstü açık olarak kurulan ve yerel bir özellik gösteren pazarların düzeni ve işleyişi, o yerin kadısının sorumluluğunda idi. Bu bakımdan pazara gelen mallar, gelişi güzel bir fiyattan değil, kadının o malla ilgili esnaf temsilcileri, ticaret veya sanat erbabı, halkın ileri gelenleri gibi kimselerle birlikte tespit ettiği fiyattan satılırdı. Tespit edilen bu fiyata “narh” denirdi.
Pazarların en önemli özelliği, belli bir mekânda ve zamanda kurulmuş olmasıdır. Bu bakımdan her pazarın kurulduğu belli bir alanı vardır. Bu alan, yöre halkı tarafından zamanla pazar yeri olarak bilinmeye başlar. Bu pazarların önemli bir kısmı haftada bir defa belli bir günde kurulur. Bu bağlamda pek çok pazar, kurulduğu şehir, kasaba veya semtin adını taşır. Ancak Osmanlı döneminde kurulan bazı pazarlar salı pazarı, çarşamba pazarı, perşembe pazarı, cuma pazarı örneğinde olduğu gibi kurulduğu günlerin adını da alabilir. Bazıları ise Anadolu’daki Düzce (Düzcepazarı) ve Adapazarı örneğinde olduğu gibi adını kurulduğu şehir, kasaba, semt veya köye verebilir. Ayrıca bahar mevsiminin gelmesiyle birlikte göçebe grupların buluşma ve kaynaşma yerleri olan yaylaklarda kurulan yaylak pazarlarını da belirtmek gerekir. Mesela Osmanlı döneminde Niğde bölgesindeki Melendiz yaylasında Çarşamba günleri kurulmasından dolayı Çarşamba Pazarı adıyla bilinen bir pazar vardı. Bu pazar, bölgedeki göçebe ve hatta yerleşik unsurların mal ve gıda ürünlerini getirdikleri ve alıp alıp sattıkları bir özellik göstermekteydi. Aynı şekilde Konya ve Akşehir kazalarında at pazarlarının mevcudiyeti, bölgedeki at yetiştiriciliğinin ve ticaretinin bir yansımasıydı.
Bazı pazarlar, adında “pazar” olsa da, normal pazarlardan daha farklı bir özellik gösterirler. Bu türden pazarların genellikle büyük şehirlerde taştan üstü kapalı olarak inşa edildiği, birçok giriş ve çıkış kapısının olduğu, içinde her çeşit mal ve eşyanın alınıp satıldığı ve hafta boyunca sürekli açık tutulduğu dikkati çeker. Bu tür pazarlar daha çok iki pazar sokağının kesişmesiyle oluşan dört yol ağzında yer alır. Bu bakımdan bunlara Farsça ‘çâr’ (dört) ve ‘sû’ (taraf) kelimelerinin birleşmesiyle oluşan ‘çarşı’ (çârşû) denir. Bu bağlamda İstanbul’da Kapalı Çarşı ile Mısır Çarşısı’nı, Kahire’de Hân el-Halili’yi, kuruluşu Selçuklu ve Safevî dönemlerine kadar giden İran’daki İsfahan Pazarı ile Safevî dönemine ait Tahran Pazarı’nı belirtmek gerekir. Bu tür pazarlar, klâsik anlamdaki ‘hafta pazarı’ özelliğinden ziyade ‘çarşı’ veya ‘çarşı pazarı’ özelliğini taşırlar.
Pazarları alınıp satılan gıda ürünleri, eşya ve mallar bakımından birkaç gruba ayırmak mümkündür. Bunlar arasında öncelikle sebze, meyve, kuru gıda ve tekstil gibi çeşitlilik arzeden ürünlerin satıldığı pazarları belirtmek gerekir.
Hem Osmanlı döneminde hem de bugünün Anadolusu’nda yaygın olarak kurulan bu tür pazarlarda dikkati çeken hususlardan biri, pazarcıların mevsiminde çıkan taze sebze ve meyveleri pazara getirmeleri ve satmalarıdır. Bu arada mevsiminden önce çıkan veya yetişen meyveler de getirilir ve pazarcılar tarafından “turfanda, turfanda” diye bağırılarak halka sunulur. Kelime, Osmanlı döneminde merkezî idare ile halk arasındaki iktisadî ve ticarî prensipleri belirleyen sancak kanunnâmelerinde adı ‘turfanda yemiş’ (turfanda meyve) olarak geçiyor. Buradaki ‘turfanda’nın ise Asya’nın en doğu uç noktasından Anadolu’ya taşınan ve bilahare Osmanlı coğrafyasına yayılan bir kültür değeri olduğu anlaşılıyor. Turfan (Turpan), Çin Halk Cumhuriyeti’nde halkının önemli bir kısmı Uygur olan bir şehirdir. İpek Yolu’nun geçtiği tarihî yol üzerinde yer alan Turfan şehri ve bölgesi, deniz seviyesinin altında ve dünyanın en sıcak bölgeleri arasında yer alır.
Ancak kuzeydeki Tanrı Dağları’nda eriyen karların suyunun kanallarla getirilmesi sonucunda bölge ziraî bakımdan oldukça verimli bir hal alır. Böylece suyu bol, havası sıcak olan bu bölgede başta sebze ve meyve olmak üzere her türlü ürünler erken bir vakitte yetişir. Bu durum Asya’nın en batı uç noktasında yer alan Anadolu’daki “turfan” adının, tarihî ve kültürel bir bağ olarak Asya’nın en doğu uç noktasındaki Turfan’dan geldiğini gösterir.
Yaygın olarak çeşitli sebze, meyve, gıda ve tekstil ürünlerinin satıldığı pazarlar dışında, Osmanlı döneminde esirlerin alınıp satıldığı esir pazarı, ikinci el eşyaların alınıp satıldığı bit (bat) pazarı ile sadece alıcı ve satıcıların hanım olmasından dolayı karı pazarı adıyla bilinen pazarların olduğu da biliniyor. Bunun yanında bazı pazarlar, araba pazarı, balık pazarı, kuş pazarı, at (esb) pazarı, hayvan pazarı ve mal pazarı örneğinde olduğu gibi alınıp satılan hayvan, mal veya eşyaya göre ad almaktaydılar. Söz konusu hayvan pazarları arasında sadece büyük baş hayvanların karışık olarak alınıp satıldığı pazarlara Türkçede mal pazarı veya hayvan pazarı denirken Orta Asya’da yaygın olarak mal bazarı denir.
Osmanlı döneminde pazarlara getirilen her türlü sebze, meyve, mal ve eşyalar, gelişigüzel bir şekilde getirilemez ve satılamazdı. Öncelikle yetiştirilen her ürünün ve malın mevsimine güre fiyatı tespit edilirdi. Bu fiyatlar, ilgili yerin kadısının başkanlığında esnaf temsilcilerinin de içinde bulunduğu bir komisyonca tespit edilirdi. Bu tespite ‘narh’ adı verilirdi. Çarşı ve pazarlarda narhlara uyulup uyulmadığı ile kontroller ise kadının maiyyetindeki muhtesib adlı kimselerce yapılırdı. Muhtesib, maiyyetindeki kol oğlanlarıyla çarşı pazarı devamlı kontrol ettiğinden kadının en büyük yardımcısı idi. Kadıların narh verme ve fiatları kontrol etme görevleri, XIX. yüzyılın başlarına kadar devam etti. Narh işlerine bakmak üzere 1851’de Es‘ar Nezareti, 1854’te ise İhtisab Nezareti’ne bağlı Es‘ar Meclisi kuruldu. Ancak kısa sürede İhtisab Nezareti’nin ortadan kalkmasıyla narh işleriyle doğrudan şehremaneti ilgilenmeye başladı. Ancak zamanla sebze, meyve ve ardından ekmek hariç diğer maddeler üzerindeki narh kaldırılmaya başlanmış ve fiyatlar serbest piyasada belirlenir olmuştur.
Mal veya eşyalar, gelişi güzel bir şekilde pazarlara girip çıkmazdı. Pazarların giriş ve çıkış yerlerinde görevli kimseler bulunurdu. Mesela hayvan pazarlarındaki uygulamalarda böyle bir sistem vardı. Çoğu defa pazarın her iki tarafında giriş ve çıkışların yapıldığı kapılarda görevlilerin hayvanları saymaları icap ediyordu. Zira pazara giren hayvan sayısına göre görevlilerce hayvan sahiplerinden bir para alınıyor ve karşılığında bir belge veriliyordu. Benzer durum sadece Osmanlı coğrafyasında değil, bugünün Orta Asyası’ndaki pazarlarda da uygulanmaktadır. Nitekim Kırgızistan’daki mal pazarlarında hayvanlarını getirenlere, üzerine “möör” (mühür) basılmış bir makbuz veriliyor. Alınan bu paranın büyük baş hayvanların her biri için 25 Som (yaklaşık 1,25 Türk Lirası), küçük başlarda 15 Som olduğu anlaşılıyor. Hayvan sahipleri, pazarda hayvanları satılsa da satılmasa da giriş kapısından bu parayı ödemek ve çıkarken makbuzlarını ibraz etmek zorundaydılar. Pazarın bu şekilde işletilmesi, Osmanlı döneminde uygulanan “iltizam” ile bu iltizamı üzerine alan ve “mültezim” olarak bilinen kimseleri hatırlatıyor. Buna benzer uygulamaların günümüzde Anadolu’da devam ettiği dikkati çekiyor.
KAYNAKÇA:
Ömer Lütfi Barkan, XV ve XVI inci Asırlarda Osmanlı İmparatorluğunda Ziraî Ekonominin Hukukî ve Malî Esasları, I, Kanunlar, İstanbul 1943, s. 46, 48, 394; Suraiya Faroqhi, Osmanlı’da Kentler ve Kentliler (trc. Neyyir Kalaycıoğlu), İstanbul 1993, s. 69-73; İlhan Şahin, “Urban-Rural Relations in the Transition Period: The Case of an Animal Bazaar in Kyrgyzstan”, The Post-Soviet States: Two Decades of Transition & Transformation, eds. Ajay Patnaik & Tulsiram, New Delhi 2012, s. 189-200; Mübahat S. Kütükoğlu, “Narh” (Osmanlılar’da), DİA, XXXII, 390-391; Hikari Egawa-İlhan Şahin, “From Bazaar to Town: The Emergence of Düzce”,
Kyoto Bulletin of Islamic Area Studies, 3/1 (July 2009), s. 293309; İlhan Şahin, Osmanlı Döneminde Konar-Göçerler (Nomads in the Ottoman Empire), İstanbul 2006, s. 72-72, 102-103; Sato Tsugitaka, İslam Hayatı ve Teknoloji (Japonca), Tokyo 1999, s. 31-33; C. A. Bayly, Rulers, Townsmen and Bazaars: North Indian Society in the Age of British Expansion 1770-1870, New Delhi 2010; Tahsin Özcan, “Pazar” (Osmanlı Dönemi), DİA, XXXIV, s. 206-209.