
Bu ana kadar yaptığımız gözlemler, Türk dış siyasetinin tarihsel seyrini yorumlamak için de bir çerçeve oluşturmaktadır. İncelememize Cumhuriyetin kuruluşuna giden dönemden başlayabiliriz.
Kurtuluş Savaşı Döneminde Dış Politika (1920-1923)
Kurtuluş Savaşı Osmanlı İmparatorluğu’nun Mondros Mütarekesini imzaladığı tarihte elde kalan topraklar üzerinde bir Türk ulus devleti kurmak amacıyla yürütülmüştür. Mücadelenin önderleri Osmanlı ordusunun milliyetçi subayları, bürokratları ve onları destekleyen yerel seçkinlerdir.4 Ülkenin işgal altında olduğu bu dönemde, önce Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, bilahare de Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti olarak örgütlenen direnişin birincil hedefi işgalin sonlandırılması olduğundan, hükümetin dış siyaseti de bu amaca uygun biçimde şekillenmiştir. Ana hatları ise hasımların birlikte hareket etmesini engellemek, mücadeleye en zayıf hasımdan başlayarak ilerlemek, bir sonraki aşamada bir önceki aşamada mağlup edilen hasmın kendisine karşı yeniden mücadeleye katılmamasını sağlamak ve mümkünse desteğini almak, ayrıca aynı kaderi paylaşan güçlerle işgalcilere karşı işbirliği yapmak olarak özetlenebilir.
Bu çerçevede önce Ermenistan’a karşı savaşılmış ve onlar mağlup edilmiş, Gümrü Anlaşması ile (1920 Aralık) barış sağlanarak, bu defa Antep-Maraş-Urfa’da Fransızların örgütlediği güçlerle savaşılmıştır. Fransızlar bu bölgede tutunacak güce sahip olmadıklarını kestirerek, TBMM hükümeti ile anlaşma yoluna gitmişlerdir (Ankara Anlaşması, Ekim 1921). Bu mücadele sırasında İngilizlerin Irak’ta Fransızlara verdikleri sözleri tutmamaları, Türklere karşı İngiliz-Fransız işbirliği olasılığını zayıflatmıştır. Aynı dönemde, İtalyanlar bir yandan İngiltere’nin Yunanistan’ı Batı Anadolu’yu işgale cesaretlendirmesine kızarak, diğer yandan da Türklerle mücadeleye yetecek imkanları bulunmadığına kanaat getirerek işgal ettikleri Batı Akdeniz bölgesinden çekilmişler, hatta silahlarının bir bölümünü de milliyetçi güçlere bırakmışlardır. Böylece, hedef daraltılmış ve diğer işgalciler etkisizleştirilerek Yunan işgaline karşı daha etkin bir mücadelenin önü açılmıştır. Bu mücadele boyunca, yine Avrupa’nın emperyalist devletlerine karşı kendisi de kurtuluş mücadelesi veren Sovyetler Birliği ile işbirliği yapılmış, onun desteği sağlanmış, iki ülke arasında ihtilaf konusu olabilecek konuların barışçıl yöntemlerle çözülmesi benimsenmiştir.
Lozan’da varılan anlaşmaya giden yolda, izlenen dış politikada iki özellik dikkati çekiyor. İlkin, dış politikanın belirli toprakların işgalden kurtarılması ve üzerinde hükümranlık kurulması gibi çok net ve ısrarla takip edilen bir stratejik hedefi vardır ve tüm eylemler ona göre tasarlanmıştır. İkinci olarak, imkân-hedef dengesi gözetilmiş, sağlanan başarılar karşısında hedefleri genişleterek yeniden tanımlamak yerine elde edilenleri korumak tercih edilmiştir. Bunun en canlı örneği Musul sorununun Lozan’ı engellemesine müsaade etmemek ve İngiltere ile bir çatışmaya girmek yerine, barışçıl çözüm arayışlarını benimsemektir.
Cumhuriyetin Kuruluşu Sonrası, Dünya Savaşı Sonrasına Kadar Dış Siyaset (1923-1945)
Cumhuriyeti kuranların karşısında dış siyaseti belirlerken göz önünde tutulması gereken dört sorun vardı. İlkin, Cumhuriyet yeni kurulmuştu ve kurumlarını kurması, yerleştirmesi, geliştirmesi gerekiyordu. Hatta bunlara meşruiyetini güçlendirmesi dahi eklenebilir. İkinci olarak, toplum yüzyılın ilk on yılından itibaren savaşlarla tükenmişti. İktisadi hayatın canlandırılması, toplumun asgari refahının sağlanması, üstlenilen Osmanlı dış borçlarının ödenmesi ve ithalatın karşılanması için dış alem gelirleri yaratılması gerekiyordu. Dış siyasete ayıracak maddi kaynak yok denecek düzeydeydi. Dolayısıyla dış siyasetin maliyeti yüksek olmayan yöntemlerle yürütülmesi gerekiyordu. Üçüncü olarak, I. Dünya Savaşı’nı kaybeden devletlere empoze edilen ve ağır koşullar barındıran barış anlaşmaları, bu ülkelerde revizyonist hareketleri iktidara getirmişti, yeni bir savaşa doğru yol alınması muhtemel gözüküyordu. Tatmin edici bir barış anlaşması imzalamış olan Türkiye’nin böyle bir mücadelede yer alması için herhangi bir sebep bulunmuyordu. Kaldı ki, beklenen mücadelede bir taraf Türk hükümetinin de mücadele ederek ülkesinden uzaklaştırdığı Fransa ve İngiltere gibi emperyalist ülkeler, diğer taraf ise sömürgecilikte geç kalmış ve savaşarak sömürge eksikliklerini telafi etmeye çalışmış, sonuçta bir dünya savaşını başlatmış Almanya ve İtalya gibi ülkeler olacaktı. Dördüncü olarak, Sovyetlerle iyi komşuluk ilişkileri kurulmuş, bir dostluk ve saldırmazlık paktı imzalanmıştı ama bu ülkenin izlediği ideolojik çizgi, yoğun ilişkileri içeren bir yakınlaşmayı engelliyordu. Bütün bu unsurlar birlikte ele alındığında, Türkiye’nin bir tarafsızlık siyaseti izlemesi en makul tercihti.
Tarafsızlık siyaseti gerek komşularla gerek dünyanın en önde gelen ülkeleriyle ilişkiler kurulmasından uzak durmak olarak yorumlanmamış, sadece karşılıklı saflaşmaların içinde yer almamak, herhangi bir ülkeyle stratejik düzeyde, yani yüksek düzeyde çıkar birlikteliğinin var olduğunu varsayarak ilişki kurmamak şeklinde uygulanmıştır. Savaş olasılığı güçlenirken, Türkiye bazı ittifak girişimleri içinde de yer almış ama bu bağlantıların doğrudan taraf olarak algılanmasına ya da kendisinin iradesi dışında savaş içine çekilmesine müsaade etmemiştir. Koşulların doğru değerlendirilmesi ve tarafsızlık siyasetinin ısrarla uygulanması, Türkiye’nin çok yıkıcı bir mücadele olan İkinci Dünya Savaşı’na katılmamasını sağlamıştır.
Batı Blokunda Sadık Üyelik (1945-1980)
İkinci Dünya Savaşı sona yaklaşırken, Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye dönük tutumu da değişmişti. Bu tutum değişikliğinin bir nedeni Türkiye’nin savaşa katılmaktaki isteksizliği nedeniyle savaşın uzadığına ilişkin kanaat olmakla beraber, daha önemlisi Sovyetlerin savaştan güçlenerek çıktıklarına dair değerlendirmeleri ve buna bağlı olarak iki savaş arasında baskı altına aldıkları ve bir kısmını güvenlikleri ile ilgili gördükleri talepleri yenilemeleri idi. Nitekim, savaş lehlerine dönünce Batılarındaki komşu ülkelerde kendilerine bağlı rejimler oluşturup bir “güvenlik kuşağı” kurmaya hazırlanırken, Türkiye’den de Boğazların yönetiminde ve Türkiye’nin Doğu sınırında kendi lehlerine değişiklik talep ettiler. Tarihi ilişkiler çerçevesinde Rusya’ya her zaman bir miktar ihtiyatla yaklaşan, Sovyet rejiminin kurulması ile de bu kuşkulara bir de ideoloji boyutu eklenmesinden rahatsız olan Türkiye, Sovyetlerin değişen tutumu karşısında endişeye kapıldı.
Savaş sonlanmaya doğru giderken, savaş sonrası düzenini Amerikan-Sovyet rekabetinin şekillendireceği de belli olmuştu. Rusya’nın değişen tavrı, özellikle 1925 tarihli Türk-Sovyet Saldırmazlık ve Dostluk Paktının yenilenmesini, Türkiye’ye dönük taleplerinin karşılanmasına bağlaması karşısında Türkiye çareyi rakip cepheye katılmakta aradı. Aslında şekillenmekte olan Batı ittifakında Türkiye’nin yer alması, özellikle bu cephenin Avrupalı üyeleri arasında, pek de arzulanmıyordu. Sömürge İmparatorluğu’nun sona erdiğini kabul etmekte zorlanan İngiltere, Orta Doğu’nun parçası telakki ettiği Türkiye’yi kendi nüfuz alanı olarak değerlendirmek ve kendi kuracağı bir savunma paktının parçası olarak görmek istiyordu. Batı Avrupa ülkeleri, savunma çizgisinin Türkiye’yi de kapsayacak şekilde genişletilmesinin kendilerini yeni risklere açacağından endişe ediyorlardı. Aynı ülkeler, savunma sistemine Türkiye’nin katılması ile Amerika’nın savaş sonrası Avrupa’nın iktisadi kalkınması için tahsis edeceği fonlara yeni bir ortak çıkacağından da endişe duyuyorlardı. Nihayet, Türkiye, müttefiklerin bütün ısrarlarına rağmen, savaşa katılmamıştı. Yeni bir güvenlik sisteminde kendisine ne kadar güvenileceği belli değildi. Üstelik, Türkiye’nin elindeki silahlar, araç ve gereçler eski ve yetersiz olduğundan, Batı savunmasının güçlenmesine ne oranda katkı yapacağı tartışmalıydı.
Türkiye ısrarlı bir çabayla, oluşan Batı bloku ile ilişkilerini geliştirmeye ve perçinlemeye çalıştı. Bu amaçla savaş biterken Almanya’ya savaş ilan etti, Birleşmiş Milletlerin kuruluş çalışmalarına katıldı; içte siyasi rekabete açılarak Batı Blokunun savunduğu siyasi değerlerle uyum sağlamak niyetinde olduğunu teyit etti; nihayet Kore’ye asker göndererek ittifak gerektirirse asker kullanmaktan çekinmeyeceğini gösterdi. Bu çabalar, Sovyetlerin yayılmasını durdurmayı planlayan Birleşik Devletler nezdinde ikna edici oldu. Kendi savunmalarını Amerikan desteği olmadan sağlayamayacak olan Batı Avrupa ülkeleri de bir yandan Amerikan telkinleri, diğer yandan Sovyet yayılmacılığını engelleyecek bir konumda olduğunu idrak ederek Türkiye’nin aralarına katılmasını kabullendiler. Kuruluşundan kısa bir süre sonra, Türkiye, Yunanistan ile birlikte, NATO’ya üye olmaya davet edildi. 1952 yılında üyelik gerçekleşti.
Soğuk Savaş’ın devam ettiği ve Türkiye’nin kendisini Sovyet tehdidine açık hissettiği bu dönemde izlediği dış politikanın ana çizgisi, Batı Avrupa’da gerçekleşen her türlü bölgesel kurumsal oluşumun içinde yer almaktı. Stratejik hedef ABD-Batı Avrupa’nın oluşturduğu iktisat ve güvenlik camiasının ayrılmaz, tabii görülen bir parçası olmaktı. Bu çabalarda Yunanistan ile aynı çizgide hareket ediliyor, bazen birlikte bazen de ayrı olmakla birlikte, aynı yönde adımlar atılıyordu. Bu çerçevede, Türkiye, Avrupa Konseyi ve OECD’ye (o zamanki adı OEEC) üye olmuştur. Avrupa Ekonomik Topluluğu kurulur kurulmaz da ortaklık arayışına girilmesi de aynı çizgiyi yansıtan bir uygulamadır. Türkiye, giderek daha fazla bütünleşecek bir Avrupa Birliği’nin parçası olmak gibi bir özlemi kovalamaktan ziyade, Batı Avrupa’da inşa edilen kurumsal işbirliği çerçevelerinin dışında kalmamak gibi bir endişe ile hareket etmekteydi.
Batı ittifakının ve ona temel teşkil eden uluslar camiasının içinde yer almak Türkiye’nin sadece güvenlik değil, iktisadi gelişme amaçlarına da hizmet etmiştir. Türk ordusunun modernleştirilmesi ve donanımı bakımından da yetkin bir güce dönüşmesi bu dönemde gerçekleşmiştir. Keza Türkiye, ithal ikamesi yoluyla sanayileşme çabalarının yol açtığı döviz tıkanıklıklarının aşılması için giriştiği destek arayışlarında da kendisinin Batı’nın güvenliği için taşıdığı önemi ön plana çıkararak sonuç almıştır. Ancak, bu ilişki sorunlardan arındırılmış değildi. Türkiye’nin dış siyaset alanı özellikle ittifakın önderliğini yapan Amerika tarafından sınırlandırılıyordu. Bu bağlamda en ciddi anlaşmazlık Kıbrıs konusunda olmuş, Türkiye’nin Kıbrıs’ta soydaşlarının uğradığı katliamı durdurmak amacıyla 1964 yılında yapmak istediği müdahale Amerika tarafından sert biçimde engellenmiştir. 1974’te ise Ada’nın Yunanistan tarafından ilhakına yol açacak bir darbeye karşı Türkiye müdahalede bulunmuş, bu defa Amerikan Kongresi’nin kararıyla üç yıl süren bir silah ambargosunun hedefi olmuştur. 1977’de kaldırılan bu ambargo Türk-Amerikan ilişkilerinde de bir dönüm noktası olmuş, ilişkiler karşılıklı çıkarlar tarafından belirlenen bir çerçeveye doğru ilerlemeye başlamıştır. Yine de 1945-1980 dönemini “Batı Blokunda Sadık Üyelik” diye nitelendirmek doğru olacaktır.
Batı Bloku İçinde Hareket Serbestisi (1980-2010)
Uluslararası gelişmeler, Batı Blokuna Amerikan hakimiyetini perçinleyen Soğuk Savaş’ın yumuşaması yönünde ilerleyince, Batı Blokunun üyeleri dış politikalarında nispeten daha özgür hareket etme olanağına kavuştular. Soğuk Savaş’ın yumuşamasında başlıca iki olgunun etkili olduğu söylenebilir. İlkin, Soğuk Savaş’ın cereyan ettiği Avrupa’da Amerikan-Sovyet ya da daha geniş tanımıyla NATO-Varşova Paktı İlişkileri istikrar kazandı. Burada çıkacak bir çatışmanın kabul edilemez maliyetler getireceği görüldükçe taraflar rekabetlerini dünyanın başka bölgelerine ve orada yürüttükleri vekalet mücadelelerine kaydırdılar. Buna karşılık, Avrupa’da istenmeden tırmanabilecek çatışmalardan ve kazalardan uzak durmak için çeşitli yollar geliştirdiler ki, bunlar arasında nükleer silahların ve daha sonra konvansiyonel silahların sınırlandırılması, karşılıklı denetim, çoklu iletişim ve danışma mekanizmalarının kurulması bulunuyordu.
İkinci gelişme, Batı ile girdiği yarışmada Sovyetlerin iktisaden tükenmesi ve Batı ile mücadelede karşıt bir güç ekseni oluşturmaktan uzaklaşması oldu. Sovyet Rusya önce denetimi altında tuttuğu Doğu Avrupa ülkelerindeki direnmeleri engelleyemedi ve Varşova Paktı dağıldı. Kısa bir süre sonra Sovyetler Birliği de dağılınca, İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşan uluslararası düzenin zemini de ortadan kalmış oldu. NATO üyeleri kendi dış politikalarını şekillendirmekte Soğuk Savaş döneminden farklı olarak, geniş bir serbestiye kavuştular. İttifak dağılmadı, daha ziyade üyelerinin bazı güvenlik konularında işbirliği yapmalarına elverişli bir platforma dönüştü. Tüm üyelerin üzerinde kolayca anlaştığı tehdit ve ona karşı nasıl bir yol izleneceği konusu gündemden çıkmıştı. Bu gelişmenin etkileri günümüzde de hissedilmeye devam etmekte. Bir yandan ABD Avrupa’yı savunma taahhüdünü azaltıp, Kıta’nın kendi savunmasını üstlenmesi gerektiği konusunu gündeme getirirken, diğer yandan başta AB olmak üzere NATO’nun Avrupalı üyeleri savunmalarını nasıl düzenleyecekleri konusunu tartışmaya başlamışlardır. Avrupa’nın NATO yerine kendi savunmasını üstlenecek bir yapıya kavuşmasını, bu alanda kendisinin önder olacağını hayal eden bir Fransa varsa da, başta Baltık ülkeleri, Polonya ve Almanya olmak üzere birçok ülke Amerikan savunma taahhüdünün yerini alacak bir imkanın henüz mevcut olmadığını, Fransız tasavvurlarının da ciddiye alınamayacağını düşünmektedir.
Genel ortamdaki değişmeler, Türkiye açısından da olumlu karşılanmıştır. Bunun önemli bir nedeni 1980 sonrası Türk ekonomisinde meydana gelen dönüşümdür. II. Dünya Savaşı sonrasından başlayarak Türkiye ithal ikameci bir sanayileşme siyaseti izlemekteydi. Bu siyaset, özellikle 1960’tan sonra ivme kazanmıştır. İthal ikamesi, bir oranda sanayileşmenin gerçekleşmesine yardımcı olmakla beraber, ihracata dönük olmadığından yeterli dış alem geliri yaratamamıştır. Buna karşılık sınai üretimde ihtiyaç duyulan girdilerin bir bölümünün ithali gerektiğinden, yeterince döviz üretemeyen ama giderek genişlerken faaliyetine devam etmek için döviz gerektiren iktisadi yapı dönemsel bunalımlarla karşılaşmıştır. Hükümetin döviz fiyatlarını sabit tutmak ve tüm dış alem gelirlerine el koymaktaki ısrarı bunalımların aşılmasını daha da zorlaştırmıştır. İlk dönemlerde Türk ekonomisinin karşılaştığı döviz krizleri müttefiklerinin destekleri ile aşılmışsa da, daha sonraki yıllarda bir yandan müttefiklerinin kendilerinin yaşadığı iktisadi güçlükler, diğer yandan Türk ekonomisinin ihtiyaçlarının giderek büyümesi iktisadi politikanın değiştirilmesi yönünde baskı yaratmıştır. Özellikle 1973 sonrası petrol fiyatlarındaki büyük değişimler Türkiye’yi ithalatını karşılayamayan bir ülke konumuna sokmuştur.
Ülkenin karşılaştığı iktisadi bunalımın çözümü, 24 Ocak 1980 kararları ile ithal ikameci sanayileşmenin terk edilmesi ve ihracata dayalı büyüme siyasetine geçişle sağlanmıştır. Bu tarihten sonra Türk ekonomisi uluslararası serbest piyasa ekonomisi ile bütünleşme sürecine girmiş, ihracat gelirleri artmış, Türkiye dış yatırımcıların ilgisini çeken “yükselen ekonomi” statüsüne kavuşmuştur. Yeni iktisat siyaseti ülkenin ihracatını arttırmasını öngörüyordu. Bunun doğal sonucu, Türkiye’nin piyasa araması olmuştur. Bu bağlamda en kolay ulaşılabilecek piyasalar komşu ülkelerin piyasaları olduğu için komşularla iktisadi ilişkilerin geliştirilmesi en tabii yoldu. Nitekim, kısa sürede bu ilişkiler başladı. Komşularla ciddi siyasi ve güvenlik sorunları olmaması ticaretin gelişmesi açısından gerekli bir zemin koşulu olduğundan, Türkiye komşularıyla ilişkilerinin kapsamını genişletmeye ve daha dostane ilişkiler aramaya girişti. Bu sırada, Soğuk Savaş’ın önce yumuşaması, ardından da sonlanması, Türkiye’nin yeni ilişkiler kurma ve güçlendirme arayışlarının önünü açtı. Örneğin, Türkiye-Rusya ticareti yükselişe geçti, Orta Doğu ülkelerine dönük ticarette bir hareketlilik başladı.
Başlangıçta daha ziyade iktisat alanıyla sınırlı olan ilişkilerin içeriği zaman içinde zenginleşmeye de başladı. Daha önce diplomatik temsilciliklerimiz olmayan ülkelerde temsilcilikler açılması yoluna gidildi. İktisadi gücü geliştikçe, Türkiye diğer ülkelere insani veya kültür amaçlı yardımlar yapmaya, ülke dışında kültür merkezleri açmaya, yabancı öğrencilerin Türkiye’de öğrenim görmesi için burslar vermeye başladı. Daha sonra bölge ülkeleri arasındaki ihtilafların çözümüne katkı sağlayacak gayretlere girişildi. Türkiye, bölgesinde barışı ve istikrarı geliştirmeye çalışan, komşuları arasındaki ihtilaflarda taraf tutmayan, dini veya etnik kriterlere göre ayırım gözetmeyen etkili bir konuma geldi. Diğer yandan 1980-1983 askeri müdahalesinin sona ermesinden sonra demokrasisi ilerleyen istikrarlı bir ülke olarak dış yatırım fonları da çekerek iktisadi gelişmesini hızlandırdı. 1999’da AB üyeliğine davet edildi ve 2005’te üyelik müzakerelerine başladı. Türkiye aynı dönemde NATO’ya bağlılığını da sürdürdü. NATO’nun barış ve güvenliği korumaya dönük değişik operasyonlarında sorumluluk üstlendi. Bu döneme bir isim vermek gerekirse, en uygun ifade “Batı İttifakına Bağlı Otonom Aktör” olacaktır.
1980’den 2010 yılına kadar devam eden döneme bakarak Türkiye’nin gelecekteki çizgisini tahmin edenler, gelişen ekonomisiyle hızla büyüyen, bölgesinde lider konumunda ve dünya siyasetinde de giderek artan biçimde söz sahibi olacak bir Türkiye’nin evrilmekte olduğunu söyleyebilirlerdi. Ancak biraz sonra ele alacağımız gibi, 2010’dan sonra Türkiye’nin dış politika çizgisinde önemli değişimler yaşandı. Bu değişimlerin Türkiye’yi sürüklediği belirsizlik ortamı günümüzde de devam etmektedir.
1921-2010 Döneminde Türk Dış Politikasının Nitelikleri
Türk siyasetinin 2010’dan başlayarak uğradığı değişikliği incelemeden önce, Cumhuriyetin kuruluşundan başlayarak Türk dış siyasetinde meydana gelen değişimlerin nasıl gerçekleştiğini kısaca ele almak, 2010 sonrası izlenen dış siyasetin yapımı ve yürütülmesinin daha önceki döneme göre gösterdiği farklılıkları anlamak bakımından yararlı olacaktır. Türk dış politikasında inceleme konusu yaptığımız 1920-2010 döneminde dış siyasetin belirlenmesi ve icrasında dört aşamadan oluşan bir süreç dikkati çekiyor. Bu aşamalar: 1) Dış koşulların değerlendirilmesi, 2) Ülke elindeki imkanların değerlendirilmesi, 3) İlgili devlet kurumlarının katılımıyla ülkenin güvenliğine ve refahına hizmet edecek siyasetin ana hatlarının belirlenmesi, 4) Siyasetin partiler arası mutabakatla ulusal bir siyaset olarak yürütülmesi.
Birinci aşamada aralarında Dışişleri, Genelkurmay, istihbarat kurumları ve diğer dış politika seçkinlerinin bulunduğu camia uluslararası ve bölgesel gelişmelerin ne yönde ilerlediğini, muhtelif aktörlerin hedeflerini, güçlerini değerlendiriyorlar. İkinci aşamada ülkenin dış siyasette kullanabileceği imkanlar ve kaynaklara bakılıyor. Üçüncü aşamada ilk iki aşamada toplanan verilerin ve yapılan değerlendirmelerin ışığı altında, ilgili devlet kurumları ve siyasi liderler hangi alanlarda ne gibi siyasetler izleneceğini belirliyorlar. Siyasetin uygulamaya sokulduğu son aşamada, iktidar ve muhalefet arasında dış politika konusunda bir mutabakatın korunmasına itina ediliyor. Bu dört aşama çerçevesinde şekillenen ve yürütülen dış siyaset iyi tasarlanmış, kısa süreler içinde sık sık değişikliğe uğramayan, kararlılık ve istikrarla uygulanan ve beklenmedik sürprizler içermeyen bir alan oluşturmuştur.
Ele aldığımız bu dört dönem içerisinde, dış siyasette temel ilişkileri sarsmayacak arayışların daima olduğunu da vurgulamak gerekiyor. Örneğin, Türkiye, Kıbrıs konusunda uluslararası alanda yalnızlığını gidermek maksadıyla İslam dünyası ile ilişkilerini tedricen geliştirmeye çalışmış fakat bu girişiminden beklediği sonucu elde edememiştir.5 Refah Partisi’nin hükümet ortağı olduğu yıllarda, dini ve iktisadi bağların birbirini takviye edeceği bekleyişi ile 1997 yılında D-8 örgütü kurulmuş fakat beklenen faydayı sağlamadığı kısa sürede görülmüştür. Keza, ülkemiz ithal ikamesi siyasetinin yarattığı tıkanıklıkları aşmak ve bazı sanayileri Sovyetlerin desteği ile kurmak için girişimlerde bulunmuş, bundan sınırlı fayda sağlanmışsa da bu ülke ile, Türkiye’nin ittifak ilişkilerini zedeleyecek özel bir ilişki kurulması mümkün görülmemiştir.6
YENİ DIŞ POLİTİKA (2010-)
2010 yılından sonra Türk dış siyasetinde birazdan inceleyeceğimiz ciddi bir değişim gerçekleşme yoluna girmiştir. Ancak bu değişimin öncüllerini Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarının daha önceki dönemlerinde bulmak mümkündür. Değişimde Prof. Ahmet Davutoğlu’nun dış politika üzerinde yürüttüğü çalışmaların ve yaptığı analizlerin etkili olduğu konusundaki yaygın kanaat vardır.
Yeni Dış Siyasetin Öncülleri
Davutoğlu’nun dış siyasete ilişkin görüşleri 2001 yılında yayınladığı Stratejik Derinlik kitabında ifade edilmişti. Davutoğlu’na göre Türkiye sadece bölgesel değil aynı zamanda merkezi bir güçtür, tek değil birkaç bölgenin merkezinde yer almaktadır. Dolayısıyla, küresel bir stratejik rolü hedeflemesi gerekir. Aslında değişen koşullar karşısında Türkiye’nin daha bağımsız ve aktif bir dış politika izlemesine ilişkin düşünceler 1983’te Turgut Özal’ın başbakan olmasından itibaren şekillenmeye başlamış, 1999’da İsmail Cem’in Dışişleri Bakanlığı döneminde daha sistemli bir düşünce olarak ileri sürülmüştü. Türkiye’nin Doğu-Batı’nın birleştiği bir coğrafyada yer alması, Avrupalı ve Asyalı kimlikleri birleştirmesi, canlı ve gelişen bir ekonomiye sahip olması, barış ve istikrarın hüküm sürdüğü bir ülke olması, nüfusu Müslüman bir ülke olarak çoğulcu demokratik kurumları işletebilmesi, laikliği, insan haklarını gözetmesi, kadın-erkek eşitliğini benimsemesi ve uygulamaya çalışması, ülkenin bölgesel ve küresel siyasette daha aktif ve etkin olmasına temel oluşturuyordu.7
Davutoğlu 2009 yılında Dışişleri Bakanlığı görevine gelince, düşüncelerini uygulama alanına aktarabilmek için bir dizi ilke belirlemiştir. Güvenlik politikaları ve bireysel özgürlükler arasında bir denge kurulacak, komşularla sorunların üzerine gidilecek ve bunlar çözülecek (komşularla sıfır sorun), bölgede ve bölgeler arasında etkin diplomasi yürütülecek ve bu temeldeki örgütlenmelerde faal olunacak, küresel siyasetin içinde yer alan bir aktör olmak hedeflenecekti8. Davutoğlu ülkenin konumunu Osmanlı İmparatorluğu ile ilişkilendirdiğinden düşünceleri özellikle ülke dışında “Yeni Osmanlıcılık” diye nitelendirilmişse de kastedilenin tarihi, kültürel ve dini bağların yakınlaştırıcı unsurlar olarak değerlendirilmesi olduğunu, herhangi bir toprak talebinin kastedilmediğini vurgulamak gerekir.
1980-2010 döneminde izlenen siyaset, dünya siyasetinde meydana gelen değişikliklerin de etkisiyle, geçmişe göre Türkiye’yi bölgesinde ve dünya siyasetinde sözü daha fazla geçen bir ülke konumuna getirmiştir. Dönem içinde Türkiye Avrupa Birliği’ne üye olmaya davet edilmiş ve bilahare üyelik müzakerelerine başlamış, G-20 içinde yer almış, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi geçici üyeliğine seçilmiş, NATO’nun barışı inşa etme ve koruma faaliyetlerinde aktif rol üstlenmiş, komşularıyla ihtilaflarını çözmeye çalışmış, hatta Ermenistan ile karşılıklı ilişkileri başlatmak üzere bilahare hayata geçirilemeyen bir anlaşma imzalamış (Eylül 2009), komşularının arasındaki (örneğin Suriye-Suudi Arabistan ve Suriye-İsrail) ve komşuları ile büyük devletler arasındaki ihtilaflarda (ABD-İran) çözümü kolaylaştırıcı roller üstlenmeye gayret etmiştir.
Bu iyi görünen gidişe rağmen, 2010 sonrasındaki daha sorunlu dönemin bazı ipuçlarını da bu dönemde bulabiliriz. Örneğin, Suriye-İsrail arasında bir barış anlaşması metni üzerinde aşağı yukarı anlaşmaya varılmışken, İsrail Başbakanı Ehud Olmert’in, metni ortaklarıyla paylaşmak bahanesi ile ülkesine dönerek, beklenmedik şekilde Gazze’ye saldırması da karşılıklı güveni sarsmış (Aralık 2008), Başbakan Erdoğan’ı kızdırmıştır. Davos’ta T.C. Başbakanı’nın İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’e karşı diplomatik nezaketi zorlayan beklenmedik ve dramatik çıkışı (29 Ocak 2009) İsrail’in Filistin’i işgal altında tutmasına karşı Türkiye’nin giderek daha sert bir siyaset izleyeceğini belli etmiştir. Nihayet Gazze’ye yardım götüren bir gemiye inen İsrail komandoları biri Amerikan vatandaşlığına da sahip on Türk vatandaşını öldürünce (31 Mayıs 2010) ilişkiler telafisi güç bir bozulma çizgisine kaymıştır. Keza, Ermenistan’la varılan anlaşma da bir yandan Azerbaycan’ın duyduğu rahatsızlık, diğer yandan Ermenistan’ın mütereddit yaklaşımı karşısında onaylanmamış, bu ülke ile sorunlu ilişkiler süregelmiştir. Yine aynı dönemde Türkiye ve Brezilya, İran’ın uranyum zenginleştirme programının nükleer silah üretiminde kullanılabilecek nitelik kazanmasını engellemek için tüm tarafların benimsediği bir çözüm geliştirmişler, ancak bu çaba Amerika’nın bilahare fikrini değiştirmesi sonucu başarısız kalmış ve Türk hükümetinde kızgınlığa yol açmıştır.
Türkiye uluslararası yönetişim düzenini eleştirmeye, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin yapısının, özellikle daimi üyeliğin adaletsiz olduğu ve dolayısıyla değişmesi gerektiği düşüncesini dillendirmeye başlamıştır. Bu söylem, günümüzde de sürdürülmektedir. Böylece, bu düzenden memnun olmayan ülkelerin sözcülüğü yapılmak istenmiş olabilirse de, Türkiye’nin uluslararası platformlarda yaygın destek bulduğunu söylemek şimdilik mümkün gözükmemektedir.
Dönüşümcü Bir Olgu Olarak Arap Baharı
17 Aralık 2010’da Tunus’ta bir seyyar satıcının tezgahının elinden alınmasından sonra kendisini ateşe vermesi ile başlayan protesto hareketleri kısa süre içinde tüm Arap dünyasına yayıldı. Mısır, Libya, Ürdün, Yemen ve Suriye’de büyük gösteriler olurken, diğer bazı ülkelerde daha ufak çapta protesto hareketleri yayıldı. Ülkelerine iktisadi refah, istikrar ve özgürlük getirmeleri beklenen yönetici sınıflar daha çok kendilerini zengin etmeye yönelmişler, toplumun bekleyişlerine cevap verememişler, halkın memnuniyetsizliğini ifade etmesini de engellemek için de baskı rejimleri kurmuşlardı. Tunus’ta bireysel bir protesto eyleminin tetiklediği kitle hareketini denetleyemeyen Devlet Başkanı Zeynel Abidin Bin Ali görevini terk edip ülke dışına kaçınca, diğer ülkelerdeki hareketler için de bir ümit ışığı doğdu. Nitekim, kısa bir süre sonra Mısır’da Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek de istifa etmek mecburiyetinde kaldı ve seçimlere gidildi. Otoriter yönetimin bir arada tuttuğu aşiretlerin hüküm sürdüğü Libya’da ise iç savaş başladı.
Orta Doğu ülkelerinde başarısız otoriter kadrolar uzun süredir yönetimdeydiler. Arap dünyasına yön veren konumda bulunan Mısır, Arapların liderliği rolünü yürütemez duruma düşmüş, kendi iç sorunlarına odaklanmıştı. Diğer ülkelerde de durum farklı değildi. Tunus’ta, Mısır’da veya Suriye’de olsun, Müslüman Kardeşler veya benzerleri istisna edilecek olursa, siyasal değişim talebi yoğun, talep sahibi gruplar ise bölük pörçüktü. Dolayısıyla, değişim sonucunda iktidara gelmesi muhtemel örgütler Müslüman Kardeşler çizgisindeki kuruluşlardı. Nitekim, Tunus’ta bu aileden en-Nahda, Mısır da ise İhvan-ül-Müslimin değişim sonrası yapılan ilk seçimde iktidar oldular. Suriye’de de Cumhurbaşkanı Beşşar Esad rejimine direnen ve değişmesini talep eden yine Müslüman Kardeşlerdi. Suudi Arabistan, Fas, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn gibi geleneksel yönetimler ise, Arap Baharının getirmekte olduğu değişim taleplerinin kendi yönetimlerini de tehdit edeceğini sezerek, kısa süre içinde değişime ve değişim yandaşı hareketlere cephe aldılar.
Türkiye’nin Arap Baharı karşısındaki tepkisi ise geleneksel Arap rejimlerinin tamamen aksi yönünde oldu. Türkiye’de hükümette bulunan parti, fikriyatı itibariyle kendisini Müslüman Kardeşlere yakın hissediyordu. Bu hareketler henüz muhalefette ve otoriter yönetimlerin baskısı altındayken onlarla ilişki kurmuş ve onlara maddi ve manevi destek vermişti. Şimdi bu hareketlerin Orta Doğu’nun önde gelen Arap ülkelerinde iktidar olması söz konusu idi. Türkiye bu ülkelere önderlik yaparak Orta Doğu’da şekillenecek bir Sünni-Müslüman Blokun önderi olabilirdi.10 Bu projenin heyecanına kapılan hükümet diğer dış ilişkileri ikinci plana iterek dikkatlerini ve kaynaklarını Orta Doğu’daki değişimin önderliğini üstlenmeye çevirdi.
Aslında, Türkiye, Sovyetlerin dağılmasından sonra bir başka heyecana kapılmış, Orta Asya’daki Türk soyundan gelen nüfusun yaşadığı cumhuriyetlerin önderi olabileceğini tahayyül etmiş fakat kısa süre içinde bunun mümkün olmadığını görmüştü.11 Türkiye’nin bu ülkelerin çok yönlü ihtiyaçlarına cevap verecek kaynağı yoktu. Ekonomileri Rusya ile bütünleşmiş durumdaydı. Yönetici sınıf Rusya’ya yakınlık duymaya devam ediyordu. Rusya bu ülkeleri kendi nüfuz bölgesi olarak görüyordu. Fakat belki de en önemlisi, aynı kökten gelen bir dil konuşmaları ve nüfusun genelde Müslüman olması bu ülkelerin güçlü siyasi ilişkilere sahip olması için yeterli bir bağ olarak algılanmıyordu. Belki bu deneyim hatırlansa, iktidarın yeni liderlik projesine daha ihtiyatla yaklaşması mümkün olurdu ama olayların heyecanı, iktidar partisinin fikriyatı ve özlemleri birleşerek buna engel oldu.
Arap Baharı, ülkelerin bünyelerine göre farklı sonuçlar verdi. Tunus ve Mısır gibi toplumun nispeten mütecanis ve devlet kurumlarının gelişmiş olduğu ortamlarda seçimler yapılabildi. Müslüman Kardeşler iktidara geldiler. Tunus’ta muhtelif siyasi aktörlerin daha uzlaşmacı yaklaşımları, içinde en-Nahda’nın da yer aldığı hükümetlerin seçimle göreve gelmesi ve gitmesine imkan verdi. Mısır’da ise seçimle göreve gelen İhvan, diğer siyasi aktörleri dışlayarak kendi hakimiyetini yerleştirecek bir yaklaşım sergileyince askeri darbeyle devrildi. Ordunun vesayetinde işleyen bir rejim geri geldi. Türkiye’nin İhvan karşıtı olan Mısır yönetimine dönük benimsediği sert tutum, sadece bu ülkeyle ilişkilerin onarılması güç biçimde bozulması ile sonuçlanmadı. Aynı zamanda Müslüman Kardeşleri tehdit olarak gören Suudiler ve Birleşik Arap Emirlikleri ile de ilişkilerin bozulmasına ve onları destekleyen ABD ve İsrail ile de sorunlar yaşanmasına yol açtı.
Bölgesel ayrışmalar ve aşiret düzeninin egemen olduğu Libya’da başlayan iç mücadeleye, bu ülkenin petrol kaynaklarından yararlanmayı uman ülkeler dahil oldular. İç savaşı da içeren ve henüz sonuçlanmayan bir mücadele başladı. Türkiye de bu savaşta yer aldı.
Türkiye açısından en ciddi sorun Suriye’de ortaya çıktı. Sünni Arapların çoğunlukta olduğu fakat devlete Alevilerin egemen olduğu bu ülkede Türkiye, Arap Baharı öncesi çok dostane ilişkiler geliştirdiği Esad rejiminden demokratikleşmesi ve Müslüman Kardeşlere de seçime katılma fırsatı vermesini istedi. Siyasi açılımı reddetmeyen Beşşar Esad Müslüman Kardeşlerin siyasi meşruiyetini tanımaya yanaşmayınca, Türkiye başarılı olacağına güvendiği muhalefeti destekleyerek Esad rejimini sona erdirebileceğini hesapladı. Geriye doğru bakıldığında, Türk tutumunun bir dizi isabeti tartışmalı varsayım üzerine bina edildiği anlaşılıyor. Türkiye, Esad rejiminin desteğinin zayıf olduğunu, kısa sürede devrileceğini hesap etmişti. Ancak, bu değerlendirme doğrulanmadı. Beşşar Esad’ın desteği sadece Suriyeli Alevilerle sınırlı değildi, diğer azınlık dinleri mensuplarının yanı sıra laikliği benimsemiş Sünni nüfus da Esad’ı desteklemeyi Müslüman Kardeşler’e tercih ediyordu. Esad rejimine muhalif gruplar türdeş değildi. Etnik azınlıklar ve aşiretler gibi, Esad’ı benimsemeseler bile, Müslüman Kardeşleri de istemeyen gruplar vardı. Belki bunlardan daha da önemlisi Rusya, Sovyetlerin yıkılmasından sonra bölgede kaybettiği güçlü konuma yeniden kavuşacağını düşünerek, kendisi olmadan ayakta durmakta zorlanacak Esad rejimini desteklemeye yöneldi.12 Buna karşılık Amerika, ikiz kulelerin yıkılmasından sonra en büyük tehdit olarak gördüğü İŞİD’in bölgede hakimiyetini kırmak için Kuzey Suriye’de yaşayan Kürtlerle işbirliği yapmayı, güveninin zayıfladığı Türkiye ile birlikte çalışmaya tercih etti.
Türkiye, Suriye’deki gelişmelerin kendi arzuladığı yönde seyretmesini sağlamak üzere bir bölümü Türkmen, bir bölümü dünyanın muhtelif ülkelerinden devşirilmiş, bir bölümü ise Suriyeli Müslüman Kardeşlerden oluşan bir askeri güç oluşturdu. Bu güç beklenen başarıyı sağlamakta zorlanınca, giderek daha radikal İslami gruplarla da işbirliği yapmaya yöneldi. Türkiye, dünyanın muhtelif yerlerinden gelip, savaşmak için Suriye’ye gitmeye çalışan radikal unsurların bir geçiş yoluna dönüştü. Ülke uluslararası alanda itibar kaybetti.
Bu savaş süreci içinde Suriye’nin Kürt nüfusu da sağladığı dış destekten güç alarak, merkezi Suriye yönetiminden özerk alanlar oluşturma gayretine girdi. Kürtlerin yaşadığı bölgeler, Türkiye’de terör yoluyla siyasi sonuçlar almaya dönük PKK’nın da barındığı ve benzer amaçlar güden YPG/PYD’nin faaliyet bölgeleriydi. Güney sınırında Akdeniz’e kadar uzanmayı hedefleyen, Türkiye’den toprak talepleri dahi olabilecek, her halükârda Türkiye’ye dönük terör eylemlerinin üssü olması beklenen bir Kürt oluşumunun doğuşundan kuşku duyan iktidar, böyle bir sonucu engellemek için birden fazla yerden Suriye’ye kendi askeri gücünü de soktu.13 Şu anda Türkiye bazı bölgeleri askeri bakımdan denetlerken başka bölgeleri de sivil yönetim hizmetleri vererek yönetmektedir. Bu bölgeler Suriye hükümetinin kendisine ait olduğunu iddia ettiği alanlardır. Rusya, Suriye hükümetini desteklemekte, Türkiye ile çatışmamaya çalışarak bu toprakları Esad rejimine katmanın yollarını aramaktadır.
Özetle, Türkiye’nin Suriye’de Müslüman Kardeşleri iktidara getirme girişimi tam bir başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Öngörülen sonuç alınamadığı gibi, Suriye gerek Amerika gerek Rusya ile sorunlu ilişkilerin yaşandığı bir alan oluşmuştur. Radikal Müslüman gruplarla yapılan işbirliği, Türkiye’ye duyulan güveni de zayıflatmıştır. Bu radikal grupların gelecekte Türkiye’nin iç siyasetinde de bir sorun oluşturacağından endişe edilmektedir. Bütün bunlara ilaveten, Suriye’de süregelen iç savaş, komşu ülkelere sayıları milyonlarla ifade edilen bir göç hareketi başlatmıştır. Türkiye’ye dört milyonun üzerinde Suriyelinin gelmesi ülke için önemli bir maliyet kaynağı oluşturmuştur. Ülkenin muhtelif bölgelerinde Suriyeli sığınmacılarla yerel halk arasında gerilimli ilişkiler doğmakta, bu gerilimlerin muhtelif sebeplerle uzun dönemde artabileceğinden endişe edilmektedir. Türkiye’ye gelen çok sayıda Suriyeli, ülkeyi bir geçiş noktası olarak kullanıp Batı Avrupa’ya gitmek istediğinden, göç kabul etmek istemeyen AB ülkeleri ile de başka sebeplerden zaten gerilimli olan ilişkilere yeni bir boyut eklenmiştir.14
Suriye dışında Türkiye’nin aktif girişimleriyle dikkati çektiği bir diğer ülke Libya olmuştur. Burada Türkiye’nin desteklediği gruplar, Rusya’nın, Mısır ve Körfez ülkelerinin ve Fransa’nın desteklediği güçlerle çatışmıştır. Şu anda çatışmalar durmuş olup, çözüm aranmaktadır. Burada da Türkiye Suriye’den radikal İslamcı grupları paralı asker olarak Libya’ya getirmekle suçlanmakta, bu unsurları çekmesi istenmektedir.
Arap Baharı Türk dış politikasında bir dönüm noktası olmuştur:
- Türkiye kuruluşundan itibaren izlediği Orta Doğu siyasi hayatında aktif rol almaktan uzak durma siyasetinden vazgeçmiştir. Bu tutum değişikliğinin iki önemli etkisi Türkiye’nin dini dış politikada yön verici bir kavrama dönüştürmesi ve uluslararası alanda Türkiye’nin -ki buna müttefikleri de dahildir- bir Güney Avrupa ülkesi yerine daha ziyade bir Orta Doğu ülkesi olarak algılanmaya başlamasıdır.
- Bu politika Türkiye’yi bölgede yalnızlaştırmıştır. Arap Baharı sonuçta hiçbir ülkede Müslüman Kardeşlerin iktidara yerleşmesine yol açmamıştır. Bu hareket sadece Tunus’ta ve geçici bir süre için de Mısır’da meşru bir siyasi parti olarak siyasette yer almıştır. Buna karşılık, Müslüman Kardeşler’e karşı olan ülkeler Türkiye’nin bölgeden dışlanmasına çalışmışlar ve bunda başarılı olmuşlardır. Türkiye böylece, Katar bir yana bırakılırsa, önemli bir iktisadi alandan da mahrum olmaktadır. Son zamanlarda diğer Körfez ülkeleri ile ilişkileri düzeltme çabaları henüz tatmin edici bir sonuçsa varmamıştır.
- Türkiye bölgede hem Rusya hem Amerika ile rekabetçi ilişkiler içine girmiştir. Bu durum, ilişkilerinin zaten zayıflamakta olduğu Amerika ile yeni bir anlaşmazlık alanı yaratmıştır. Rusya ile ilişkilerde de zorluklar doğurmaya devam etmektedir. Halbuki Türkiye, Suriye’ye karşı bu kadar olumsuz bir tavır sergilemeseydi, belki de Rusya ve Amerika’nın Suriye’de bu kadar yerleşik konuma gelmelerinin zemini de oluşmayacak, ülke bu kadar büyük tahribata da uğramayacaktı.
- Türkiye’nin bölgedeki mücadeleye tahsis ettiği kaynaklar, kendi gelişmesini yavaşlatmış, ülkeye büyük göç ve radikal akımlar gibi sorunlar getirmiştir.
T.C. Hükümeti Arap Baharı karşısında siyasetini belirlerken doğru olmadığı anlaşılan varsayımlardan hareket etmiştir. Örneğin, dış siyaseti belirleyen kadrolar bölgeyi iyi tanıdıklarını düşünmüşlerdir. Bu tutum aynı dini paylaşmak ve Osmanlı İmparatorluğu’nun bölgede hüküm sürmüş olmasından kaynaklanan ancak doğru olmayan bir değerlendirmeydi. Din unsurunun yanı sıra zaman içinde oluşmuş ulusal kimlikler, ayrıca varlığını sürdüren aşiretler gibi diğer sosyal yapılar vardı. Kaldı ki, dinin yorumu ve uygulamaları birbirinden farklıydı. Ayrıca, Osmanlı deneyimi, bölge ahalisi tarafından mutlaka hayırla anılan bir olgu olarak da değerlendirilmiyordu.16 Ayrıca Türk yetkililer, bölgede bulunan ya da ilgi duyan diğer uluslararası aktörlerin bölgeye verdikleri önemi ve niyetlerini iyi tahlil edememiş, bunun sonucu olarak karşılarına çıkan ve aşılamayan güçlükleri öngörememişlerdir. Nihayet, anketlerin T.C. Başbakanı’nın Arap kamuoyunda sevilen bir isim olduğunu göstermesinin, somut siyasi sonuçları olmayan ve çabuk değişebilecek bir eğilim olduğunu, uzun vadeli siyaset yapmak için güvenilir bir kaynak teşkil etmediğini algılamakta da zorlanmışlardır.
Yeni Bir Dış Siyaset Dönemine Girişin Zemini
Türkiye’nin Arap Baharı karşısındaki tepkisi ve siyaset değişikliğini daha geniş bir değişim sürecinin içinde anlamlandırmak gerekiyor. Daha önce de işaret ettiğimiz gibi, Soğuk Savaş’ın sona ermesi, çoğu ülkeyi İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan ve iki kutuplu bir dünya varsayımı üzerine oturtulmuş dış siyasetini yeniden gözden geçirmeye davet eden bir ortam oluşturmuştu. Yeni binyıla girildiğinde, dünya siyasi düzeninin şekillenmesinde hesaba katılması zorunlu hale gelen yeni bir gücün yükseldiği de görülüyordu. Çin, hızlı bir iktisadi gelişme sergiliyor, görünebilir bir gelecekte dünyanın en büyük ekonomisi olacağı tahmin ediliyordu. Sovyetlerden farklı olarak, Çin tek parti egemenliğini korumaya kararlı olmakla birlikte, iktisadi alanda teşebbüs serbestisine imkân tanıyordu. Dünya çapında şirketleri vardı, kendisi de teknoloji üretiyordu. Amerika ve Batı Avrupa ülkeleriyle yaygın ticaret ilişkileri geliştirmişti. Çin’den başlayarak Avrupa ve Afrika’ya ulaşan deniz ve kara ulaşım ağlarının kurulmasını öngören bir Kuşak-Yol Projesi hazırlamış, bunu uygulamaya sokmak için muhtelif uluslararası işbirliği projelerini devreye sokmuştu. Tabii, askeri alanda da ilerlemeler kaydetmeye başlamıştı.
Çin yükselirken, Amerika özellikle Avrupa ve Orta Doğu’daki varlığını azaltmaya yöneldiğini muhtelif vesilelerle ortaya koyuyordu. Kıta’daki askerini azaltmıştı. Avrupalı ortaklarının Kıta’yı savunma sorumluluğunun ve maliyetinin daha yüklü bir bölümünü üstlenmesini istiyordu. Orta Doğu’da Irak’ta ve Afganistan’daki askeri müdahaleleri sonrasında yeni rejimler inşa etmek konusunda ciddi başarısızlıklar sergilemişti. Amerikan kamuoyunda, büyük kaynak tüketen, can kaybına mal olan müdahalelerin neden yapıldığını açıklamakta zorlanan Amerikan hükümetleri Orta Doğu’dan askerlerini çekeceklerini ilan ettiler. Planladıklarına göre biraz gecikerek de olsa, askeri varlıklarını daralttılar.
Bu gelişmeler karşısında Türkiye’nin, geçmiş dönemlerde yaptığı gibi, dünyadaki gelişmeleri, eğilimleri, Türkiye’ye tehditlerin nereden geldiğini, azami güvenlik ve refahın nasıl bir dış siyaset gerektirdiğini değerlendirerek yeni döneme geçiş yapmasını beklemek doğal olurdu. Zaten 1980-2010 döneminde izlenen dış siyaset Türkiye’nin uluslararası sistemde geçmişe göre daha özerk hareket etmesi ve daha faal olması yönündeydi. Bu siyaset, ilgili kurumlar ve camialar tarafından tedricen şekillendirilmiş ve devreye sokulan tedrici bir değişime uyum sağlama projesiydi. Arap Baharı karşısında alınan kararlar ve girişilen uygulamalar ise Türk dış siyasetinin geleneksel yapılma ve uygulanma kalıplarından önemli oranda bir sapmanın gerçekleştiğini göstermektedir. Sorumuzu daha açık olarak, Türkiye’de dış siyaset yapımında neler değişti diye de sorabiliriz. Bu değişikliğin sonuçlarına daha sonraki bölümlerde eğileceğiz.
Dış Siyaset Geleneğinden Uzaklaşma
Türk dış siyaset yapımı ve uygulamasında meydana gelen gelişmeleri açıklamak için beş kavram kullanabiliriz: ideolojikleştirme, kişiselleştirme, kurumsallıktan uzaklaştırma, profesyonelliği zayıflatma ve iç siyasete dönük araçsallaştırma. Şimdi bu kavramları ayrı ayrı ama birbiriyle de ilişkilendirerek ele alalım.
İdeolojikleştirmeye ilişkin ipuçları zaten yukarda yürüttüğümüz tartışmada bulunuyor. Hükümet 2010’a kadar uygulanan çok yönlü siyaseti terk ederken aldığı kararlarda dine dayalı düşüncelerin şekillendirici etkisi muhtelif beyanlarından ve davranışlarından anlaşılmaktadır. Filistin’de Hamas’la ilişkilere öncelik vermek, ülkede Mısır İhvan hareketine ev sahipliği yaparak Mısır hükümeti aleyhine faaliyeti desteklemek, muhtelif radikal dini gruplara mensup gönüllülerin Türkiye üzerinden Suriye’ye savaşmak için gitmesine göz yummak ve “Emevi Camiinde Cuma namazı kılmak” türünden söylemler kullanmak işaret ettiğimiz dış siyaseti ideolojikleştirme tercihinin tezahürleri olarak değerlendirilebilir.
Kişiselleştirme dış siyaset yapımında, Başbakan’ın (bilahare Cumhurbaşkanı’nın) ve Dışişleri Bakanı’nın dış siyaseti, bu siyasetin yapımı ve uygulamasından sorumlu kurumların bilgi birikimine başvurmadan kendi görüşlerine göre yürütme yoluna girmeleridir. Bu tutumun ortaya çıkmasında, iktidarın bir yandan geleneksel dış siyaset seçkinlerini, izlemeyi istediği “aktivist” dış siyaset bakımından muhafazakâr bulmasının, diğer yandan danışmaya gerek kalmadan kendilerinin her konuya zaten hakim ve vakıf oldukları kanısının etkisi olduğunu söylemek mümkündür.17 Ancak, dış siyasetin kişiselleştirilmesinin dış siyasetin yürütülmesi üzerinde olumsuz etkileri olabiliyor. Bir örnek vermek gerekirse, dış siyaseti kendisi belirleyen ve uygulayan kişilerin, dış ilişkileri diğer ülkelerin liderleriyle görüşmeler yoluyla yürütmeyi tercih etmeleri çok yönlü sorunlara yol açmaktadır. Sözgelimi, liderler kişisel düzeyde uyum sağlamayabilir, birbirlerinden hazzetmeyebilirler. Görüşülmesi gereken liderler, kişisel görüşme üslubuna yatkın olmayabilirler. Dünya liderlerinin programlarının sık sık kişisel görüşmelere elverişli olmaması, ilişkilerin yürütülmesini kişisel görüşmelere indirgeyenlerin tatminsizliğine neden olabilir. Nihayet, liderlerin profillerinin yakından incelenmesi sonucu, diğer ülkelerin liderin davranış ve kararlarını kendi lehlerine manipüle etmesi kolaylaşabilir.
Kişiselleştirmenin tabii sonucu kurumsallıktan uzaklaşmadır. Siyasetin yapımının sadece hükümet başkanı ve bir ölçüde Dışişleri Bakanı’na ait bir yetki olarak görülüp, kurumlar aracılığıyla oluşturulan, belirlenen ve
yürütülen bir faaliyet olarak değerlendirilmemesi yetkili kurumların da süreçteki ağırlığını azaltmış, onları sadece talimat yerine getiren memur kuruluşlarına dönüştürmeye başlamıştır. Ancak, kurumsallıktan uzaklaşmanın bir diğer boyutu da bulunmaktadır. Hükümet, dış siyaseti belirlerken görüş almak ve zaman zaman da uygulama alanında yararlanmak üzere dış siyasetin kurumsal çerçevesini dışlayarak, bazı kişi ve kurumları ön plana çıkarmıştır. Bu yola başvurulmasında geleneksel kurumlara güvenmemenin, onu kendilerinin ideolojik çizgisinin dışında görmenin taşıdığı önem yanında, kendisine yakın veya mensup siyasi kadroları ve kurumları ödüllendirmek de bulunmaktadır. Kurumsallıktan uzaklaşmanın son tezahürleri yapılan uluslararası görüşmelere tercüman olarak meslekten olmayan kişilerin alınması ve toplantılarda not tutulmamasıdır ki, bu ikinci hususun devlet hafızası diyebileceğimiz dosyalarda bilgi eksikliğine yol açacağı için vahim bir pratik olarak değerlendirilmesi gerekir.
Görevi daha çok kendilerine gelen siyasi talimatları uygulamaya indirgenen dış siyaset kurumlarında liyakate atfedilen değerin aşınması, onun yerini karar alıcılara itaati ön plana çıkaran siyasi sadakatin almaya başlaması beklenebilecek bir gelişmedir. Böylece profesyonellikten uzaklaşma diyebileceğimiz bir süreç başlamaktadır. Uygulamada daha önce dışişleri geleneğimizde istisnai olarak meslek memuru olmayandan büyükelçi atamanın yaygınlaşmaya başlaması profesyonellikten uzaklaşmayı iki yönden hızlandırmaktadır. İlkin, meslek dışından büyükelçi atananların böyle bir görev için donanımları çoğunlukla yetersizdir. Genelde göreve siyasi bir ödül olarak atanmışlardır. Sayılarının artması profesyonellerin sayısını ve rolünü, dolayısıyla kurumun da profesyonellik düzeyini zayıflatmaktadır. İkinci olarak, mesleğe çalışır ve başarılı olurlarsa büyükelçi olabilecekleri bekleyişiyle giren meslek memurları, en yüksek rütbeye ulaşma yollarının kapandığını görürlerse, dışişleri memurluğu uzun dönemde özlenen bir meslek olmaktan çıkar, mesleğe girişte başvuranların nitelikleri düşer. Buna ilaveten, meslek memurlarının terfiin liyakatle değil siyasetle kazanıldığını görmeleri onların da aynı yöntemleri benimsemelerini teşvik ederek profesyonelliklerini yozlaştıracaktır.
Bu gelişmeler topluca değerlendirildiği zaman, varılabilecek sonuç, bunların dış siyasetin iç siyaset için araçsallaştırılmasına yardımcı olacağıdır. Daha önce, günümüzdeki gelişmelerin iç ve dış siyaset ayırımınızaten bulanıklaştırdığını vurgulamıştık. Ancak, burada belirtmek istediğimiz husus, dış politikayı iktidarın iç siyasi ihtiyaçlarına göre şekillendirmesidir ki, bunun örneklerini bulmak zor olmasa gerektir.